öyle değişik kafelerde, barlarda, mezunlar toplantısında, ne bileyim falancanın arkadaşının sevgilisinin kuzeninin arkadaş çevresinde geçmeyen, topu topu beş altı arkadaşımla paylaştığım neredeyse asosyale yakın, kapalı ama kendimce özel bir hayatım var benim. sıkılmıyorum, hayatımdan memnunum. yeni insanlar da tanıyasım yok. ihtiyaç duymuyorum. sahip olduklarım beni tatmin ediyor. ya da kendimi kandırıyorum. çünkü birilerine kendini tanıtmak taş taşımaktan, beşik sallamaktan çok daha yorucu. karşımda daha önce hiç görmediğim ama arkadaş adayım olarak duran biri.. insanlar bu gibi durumlarda birbirlerine kısıtlı zamanda maksimum derecede açılıp kendilerini pazarlamaya çalışır. süslenir, püslenir, abartır, en iyi ve ilginç gelebilecek, onları diğerlerinden ayıran unsurları masaya saçmaya bakar. ama o kadar zor geliyor ki bana. izlemeyen birine çok sevdiğiniz bir filmi sevdirmeye çalışıp saatlerce üzerine konuşmak gibi. ya da upuzun bir hikayeyi en ince detayıyla aktarmak gibi. ben yoruluyorum bunu yaparken. hikayeden teaserlık kareler vermek bile bayıyor beni. kimse tanımasın etmesin beni, yanımda dursun takılsın. ben anlatmasam bile zamanla tanır zaten. ama bazen karşımda birilerini buluyorum. orada ne işim var, ben ne yapıyorum, daha önce hiç karşılaşmadığım bu adamın neden şu anda masasında oturuyorum? gerçekten bilmiyorum ve kısa sürede yabancılaşıyorum. ve eziyet daha yeni başlıyor..
yeni birine mizahınızı göstermek bence çok daha eğlenceli ve mücadelesi olan bir şey. ortamın kaynaşması için de şart. ama bakkaldan bile daha az gördüğüm adam neden bunu yapmayıp karşımda oturmuş bana sanat anlatıyor? ve benden karşılığında attığı topu göğsümde yumuşatıp ona geri paslamamı bekliyor? yeni bir masada bismillah çekilip neden sanat konuşuluyor? gerçekten idrak edemiyorum. ve esas anlamadığım şey şu ki, bu tarz her muhabbetin sonu neden dünyayı kurtarmaya varıyor? ben istemiyorum dünyayı kurtarmak. onu bırakın cüneyt arkın yapsın, bırakın anakin skywalker yapsın, ne bileyim clark kent yapsın. ben yapmayayım da kim yapıyorsa yapsın. umrumda da değil..
ne olduğunu söylemeyeyim, o apayrı bir tartışma konusu ama sanat dahilinde saymakta dahi zorlanacağım bir bölümün ilk sınıfını bitirmiş bir freshman kendi çağına uygun, dünyayı ele geçirip insanların halay çekip göbek atacağı ütopya bir galaksiye inandığını söylüyordu gene karşıma geçmiş. içme umuduyla götürüldüğüm mekanda alkol yok, bira bile yok. zaten daralmışım, ice tea mangoya kanaat getiriyorum. susmuyor adam, susmadığı gibi ikna etmeye çalışıyor. anadolu'nun köylerine gidip dişleyecek ekmeğini zor bulan travmatik çocuklara sanat dersi verdiğini ve mutlu olduğunu söylüyor. her üniversite kantininin ana geyik malzemesi olan "ben üç kişiyi kurtarsam, sen üç kişiyi kurtarsan, böyle böyle kıvılcım çıksa da gandi gibi devrim yapsak" diyor arada. hatta abartıp dünyanın en çok işlenen ve köşe bucak kaçılası o amansız soruyu sorup cevaplıyor kendi kendine.
"sanat sanat için midir sadece? bence değil. toplum için.."
"allah cezanı versin" demeyi çok istiyorum o anda. "bunu da mı yaptın?!" ama ben asla böyle ani çıkışlar yapamam. söyleceğim şeyi sekiz kere düşünüp etkilerini ölçüp biçmeye çalıştığımdan ben tepkimi verene kadar konu çoktan ilerlemiş gitmiş oluyor. hep böyledir. ama daha dün öss puanıyla okul seçmenin derdine düşmüş oğlan sanki telefon kulübesine girmiş süperman gibi bir anda hop dünyayı bilgisiyle ve sanatıyla kurtaran yüce insan oluveriyor karşımda.. bir şeyler demeliyim. on dakikadır "ya, yaa?" ve "heheh" haricinde ağzımdan ses çıkmamış. ama üşeniyorum konuşmaya. okul yıllarında, internette, arkadaş çevresinde yüzlerce kez tartışılıp sonu bilinen bu oyunu oynamaktan gerçekten sıkıldım çünkü. mecrayı genişletip yeni dalgalara yelken açabilecek kilit bir soru sorup oyalamak geliyor aklıma bu yüzden. polemiğe girsem de hararetlense, başkaları da konuya girse de arada sönüp gitsem diyorum. ah keşke..
"insanları değiştirebilme hakkını kendinde nasıl buluyorsun?"
başka biri beni tasdik edip esasoğlana meydan okuyor.. söndüm. ice tea'mi ve winston'umu içmekle meşgul olabilirim artık..
üniversitede geçirdiğim ilk yıllar geliyor aklıma. daha iki sene öncesine kadar nefret ettiğim çok klişe bir laf vardır babalarımızın kullandığı. ama artık hak veriyorum ve kullanıyorum: "ben de aynı böyleydim." bu çocuktan biraz hallice ama aynı çizilmiş kalıpta kendi hayal dünyasını yaratmış inançlı/idealist bir edebiyat öğrencisi. ama şu var ki dünyayı sanatla değiştirebilme ihtimalinin farkına varmak on basamaklı bir sürecin henüz birinci basamağı. ve esas sorun zaten üçüncü, dördüncü basamağı bile göremeden ölüp gitmek ya da inancını kaybetmiş olmak. sanatın toplum için olabileceğini varsaymak ta anca bu birinci basamağın eşiğinde duran klişe ve içi bolaşmış bir düşünce çünkü. insanlık plato'dan sonra binlerce yıl yaşadı, yüzlerce avantgarde sayılacak işe yarar düşünür, sanatçı çıkardı. onlarca yüz yıl geçirdi. yüzlerce olay geldi başına. 2006 senesinde hala antik yunanistan'la aynı cümleleri kurmak (bir kaç halen işe yarar filozofu saymazsak) nasıl bir gidememişlik, nasıl bir vizyonsuzluktur?
felsefenin ve sanat kuramlarının temellerinin atıldığı antik yunan cemiyetinde insanlık halen ne ve niçin olduğunu düşünedursun, orta çağ'la birlikte işin içine hristiyanlığın girmesiyle pratikte hepsi tuz buz olmuştu zaten. unutulmuştu. ortada chaucer, dante bir kaç sayılı adam dışında sanatın olduğu bile muamma, ama hadise, "insanlık ve her değer yargısı gibi sanat ta din içindir."e doğru kaymıştı. karanlık çağın çoktan yozlaşmış ve aşırı kilise baskısı insanları bırakın sanat yapmasını, gündelik hayatlarını istedikleri gibi yaşamasına bile maniydi. tanrı ve kader çarkının altında, insanlık bir sinekten farksız, sadece ahireti ve iyi bir kul olmayı düşünerek vebaya yakalanmadan yaşamaya çalışıyordu. merkez her zaman tanrı, insanlar da özgür iradeleri bile olmayan, kaderleri çizilmiş, kedi köpekten biraz üstün öylesine bir yaratıktı. "chain of being" şemasına bakarsak, orta çağda bir insan, değer yönünden tanrı, isa, melekler ve asillerden sonra bu sırayı hayvanların biraz üzerinde, neredeyse sonuncu tamamlıyordu. bu çağın en eleştirici yazarlarından biri olarak gösterilen chaucer bile sarayın, kralın ve dinin götünü yalamadan iki satır yazamıyordu. yapmaya çalıştığı imalar o kadar silik ve derinlerdeydi ki bunlar da sıradan bir okuyucunun gözünde yoktular zaten. ki zaten kraliyetin tanımadığı bir sanatçı da o topraklarda barınamazdı. plato'nun tam istediği gibi. sanat toplumun menfaatineyse sanattı.
sonra yeniden doğuş, yani rönesans çıkageldi. yüzyıllar süren baskılardan ve afetlerden artık entellektüel birikimi sıfıra inmiş insanlık için gerçekten geniden doğuş gibiydi rönesans. insan ilk kez merkeze oturmuştu. artık resimler çiziliyor, heykeller yapılıyor, hatta bunlar işin içine tanrıyı karıştırmadan sadece normal bir insanı anlatarak olabiliyordu. ama özellikle mikelanj, da vinci, rafaello (şimdi kasamıycam isimlerini doğru yazmaya) gibi italyanların bile bu dönemde pek marjinal olduğu söylenemezdi. onlar da devlet tarafından fon ayrılan ve bir nevi onların adına çalışan emektarlardı. ki hemen hemen tüm rönesans sanatçılarının (shakespeare gibi edebiyatçılar hariç) kendi alanları dışında ilimle ulaşmaları da bu yüzden tesadüf değildi. ressam olan bir sanatçı da vinci gibi aynı zamanda anatomiyle de uğraşmalıydı. modernizmin tohumlarının atıldığı bir dönem diyebiliriz bu yüzden rönesans için. insanoğlu hem sanatta hem bilimde ilerleyecek, uygarlık seviyesi yükselecek ve böylece iyi insanı yaratacaktık.. tansu çiller'in dediği gibi hep ileri gidecektik. ama rönesans dalgasının ve ardından manielizm ve barok akımının sonunda en nihayetinde bu yükseliş durulunca sanat ta bir bakıma kendi haline bırakıldı. aslına bakılırsa halen en çok hatırlanan, tartışılan ve saygı gösterilen o isim yığınları da (yığından kastım kesinlikle olumsuz değil burda, niceliksel olarak fazla oldukları için) bu dönemlerden sonra oluştu. agnostiğinden materyalistine, ampiriğinden rasyonalistine, varoluşçusundan soyutçusuna yüzlerce sanatçı/düşünür bir şeyler yazdı çizdi. ve bana kalırsa kimin ak kimin kara olduğu da o zaman belli oldu. sanat avant-garde olmak zorunda, yaşaması için var olan şeyin üzerine hep +1 koyarak ilerlemek zorunda. bu yüzden de başlarda azınlığa hitap etmesi onun yararına. toplumun yüzde doksan beşine hitap eden ve bu kitle tarafından sevilen bir eser zaten ya 20. yüzyılın tüketim çılgınlığında yenip hazmedilip sıçılan bir metadan öteye gidemiyor, ya da çoğuna halen bir şeyler ifade etse bile aslında sanat adına zerre yararı olmuyor. bu noktada aklıma umut sarıkaya geldi nedense. şu yüzyıla değin her türlü sanatsal kanıksanmışlığa ve klişeye belki de kendisi farkında olmasa da çok şahane karikatürize edilmiş eleştiriler getirebilen bir adam zaten. selpakçı çocuğun, ihtiyar amcanın ve güvercinin amatör fotoğrafçıları görünce "amanın yine onlari, kaçın!" diyerek çil yavrusu gibi dağılmaları komik olduğu kadar acınası bir gerçekliğe de sahip. eline makine geçirip kendine sanatçı diyen yüzlerce fotoğrafçı var türkiye'de. yüz bininci vapur resmini, elli milyonuncu ihtiyar amca fotoğrafını çekmekle meşguller hala. ve gerçekten bence yaptıkları şey bir zırvadan öte değik bu yüzden. onların yaptıkları sanatsa şu anda zihnimde çarpışıp duran herkesin tanıdığı (atıyorum) altmış sanatçı nasıl oldu da onlarla aynı kulvarda koşturdu idrak edemiyorum çünkü. sinirleniyorum. ve sinirlenince bir şey de yapamam ben. içimde tutarım. tepki veremediğim her sinir bozucu sinyal de içime gömülür, söner ve unutulur gider öyle. böyle böyle bir çöplüğe döner beynim. son kullanma zamanı geçmiş yüzlerce cümle, yüzlerce obje. daha çok sinirlenirim. ve son sinirim de zihnimdeki çöplüğe gider ne yazık ki. oscar wilde da böyleydi mesela, eminim. sinirlenip "art for art's sake" dedi sonunda. tutamadı içinde. modernizmin göbeğinde dedi bunu. demez olaydı. insanların çok güldüğü bir dizi var atv'de, gülse birsel'li olan. bu sezon denk geldiğim bir bölümünde "hani şu top olan" diyordu karakterlerden biri oscar için. 21. yüzyılın taşakoğlanı.. kendi zamanında o yüzde doksan beşlik çoğunluğun gördüğü gibi görüyorsa onu insanlar, aşağılamaktan zerre çekinmiyorsa burada gerçekten bir sorun var. marjinal olabilmek piercing+dövme+file çorap üçgenine sığınıp kadife sokak'ta gezinmek değil. hele uyuşturucu filmleri izleyip ilk ot deneyimini korka morkak yaşayıp sağda solda artistliğini yapmak hiç değil. marjinal marj'da olabilmek. yığınların (işte bu sefer olumsuz anlamda kullanıyorum) bizden habersizce çizdiği o yapay sınırda, uçta yaşayabilmeyi kaldırabilmek. kendi alt kültürünü ve trendini yaratmış sözde marjinal bir kesimden bir bok olmaz. onlar kendi dünyalarında yine merkezde. yine çoğunluğun bir parçası. aşağılanmıyorlar. hırpalanmıyorlar. onlarca baskı altında her gün taciz edilerek yaşamıyorlar. bilakis el üstünde tutuluyorlar. sokakta yürüdükleri zaman kendilerine doğrultulan meraklı ve şaşkın bakışlardan egolarını tatmnin ediyorlar. bak ne diyeceğimi de unuttum bunlar yüzünden. şekiller, tarzlar sizi..
esas gelmek istediğim nokta ne rönesans, ne antik yunan, ne de oscar wilde'dı aslında. kurgu gereği sanki en başından alıp sanat ve düşünce tarihini baştan günümüze dek yaşıyor gibiyim şu an. sanırım bir kronoloji iziliyorum. öyleyse devam edeyim. daha yeni görüp geçirdiğimiz çağa, yirminci yüzyıla geleyim.
modernizm paketiyle default gelen fabrika ayarlarının başında "görev bilinci" ve "hep ileri" gazı gelir, üzerine tartışmanın alemi yok. ama ne oluyorsa dünya savaşlarından sonra oluyor işte. dış mihraklarca (dış mihrak diyim ki ülke genelinin hoşuna gidecek bir terim kullanmış olayım, aradan da empati kurup iki bonus puan kapayım) "earth shuttering events" olarak adlandırılan bu iki savaşın ilkinden sonra açıkçası pek bir numara olmadı. insanoğlunun bu kadar teknolojiye ve uygarlığa rağmen ne kadar vahşileşip birbirini katleteceğini görmesi modernizm ve onun getirdiği "aslında hepimiz iyi insanlarız, eğleniyor muyuz gençler?" mantalitesine ilk vurulan aparkat vazifesi gördü. ama düşüncesinin pek öldüğü de halen söylenemezdi. özellikle avrupa'da "yüzbinlerce insan yok yere öldü. biz bir bok yedik. ama bundan ders çıkarıp artık ilerlememize devam edebiliriz." fikri peydah oldu. pek karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılmadan, sanat halen birilerini ahlaki ve fikri yönde değiştirebilecek bir büyü rolünü kaybetmedi. ama işte ikinci dünya savaşı'ydı bu yapay moralizasyonu çökerten. çünkü bu savaşta sadece askerler değil, siviller de öldü. bir halk dünyanın gözü önünde soy kırılmaya çalışıldı. dahası savaşlar öyle eskisi gibi kahramanlıkla kazanılmıyordu artık. askerler sadece birer rakamdı, ötesi değil. kılıç kalkan ve iman gücü devri tamamiyle kapanmıştı. bir düğmeyle yüzleri, binleri öldürmek mümkünleşmişti. işte güvensizlik, inançsızlık ve aidiyetsizlik duygusunu da hissettirmeye başlatan hadise oldu bu savaş. birilerinin aklına "god is dead" lafı tekrar geldi. tanrı varsa bu zulme neden müdahale etmemişti? tanrı varsa neden bizi korumamıştı? dua etmek neden işe yaramamıştı? neden artık güvenecek hiç bir şey kalmamıştı? bu değer yargıları tanrı'dan başlayarak domino taşı gibi yıkılmaya başlayınca nihilizm de doruğa ulaştı. artık yeni kuşak anne-babalarının aksine hiç bir şeye değer vermiyordu. çünkü insanlığın özü buydu, elden bir şey gelmezdi. ne kadar yapay kalkanlarla saklamaya çalışırsak çalışalım, insan içinde her zaman şeytanı ve kötüyü de barındırıyordu. bir yan bilgi olarak artık illallah dedirtmiş gotik akım da bu zamanda ikinci baharını yaşamaya başladı zaten. ki hala da içi bomboş kalsa da yaşamaya devam ediyor. olumluluğun ve yaşama sevincinin bitimiyle ölümü ve insanın karanlık yönünü simgeleyen, şu anda eften püften bir onaltı yaş kadıköy/taksim ergeni modasına dönüşmüş gariban bir trendden öte olmasa da bu rezilliği de görmek güzeldi. artık torunlarımıza anlatırız. tekrar konuya dönecek olursak (konu da neyse artık, boku çıktı) dünya savaşlarından sonra ütopya yoktu artık. disütopyalar vardı. değil inancı devleti milleti, sevgilisine bile güvenmeyen ve bu bağlamda bireyselliğe dönüş yapmış milyonlar vardı. bireysellik, algının üstünlüğü, ve her bireye ait unique dünyalar insanlığın güvenebileceği tek şey olmuştu belki. postmodernizm yıllarca bunu sorguladı durdu zaten. dünya savaşları ve insanın yalandan bir canlı olduğu gerçeğini bir tokat gibi yüzünde hissetmesinin sonunda oluşan güvensizlik, umutsuzluk ve inançsızlığı işledi. görevini yerine getirdi ve bir bahar akşamı sessizce aramızdan ayrıldı. geriye de kala kala popüler kültür ve ucundan kıyısından onunla didişen pop-art kaldı. yani kısacası bana ve bu azınlıkta pek çok insana göre göre sanat, insanları değiştirip iyiye (ki burda iyilik kavramını da ahlak olgusuyla harmanlayıp kanırta kanırta sorgulamak lazım ama başka sefere artık) götürme yönünde hiç bir şeye derman olmadı. hele hele bu saatten sonra da olması imkansız. peki o zaman sanat ne yapacak? ana rahmi pozisyonunda ellerini apış arasına sıkıştırmış eroinman jennifer connely bakışıyla loser loser bizi mi izleyecek? ya da yerin yedi kat dibine gömülmüş, bir gün çivilerini söküp zemine çıkabileceği umuduyla tabutunda mı bekleyecek? bence burada devreye psikolojinin girmesi lazım, geç bile kaldı.
zihnimizde binlerce kelime, yüzlerce olgu, onlarca duygu var. bunlar birbiriyle match edilip çarpıştıkça yeni yeni duygular, fikirler, kelimeler ediniyoruz. matematiksel bir hesabı bile çıkarabilir bunun. bence sanatın işlevi de bu nokta da aynen böyle olmalı. çoğu kişi bu sözcüğe kızsa da sanat dediğimiz şey aslında bir "saçmalık", ötesi değil. sadece bir kişinin kendi dünyasından çıkan bir materyal yığını, kolaj. ama gündelik hayatımızda kaç tane bu saçmalığı görüyoruz ki? hiç bir filmi izlemeden, kitabı okumadan, resime bakmadan, müziği dinlemeden bu materyale ulaşma olasığımız nedir? bence masada gördüğümüz şekerlikten, televizyonda duyduğumuz saçma sapan bir iki cümleden fazladı değil. işte sanat bence epikür'ün bahsettiği hazcılığın yanında ikincil olarak bize bu güzelliği sağlıyor. kendi dünyamıza ait olmayan saçmalıklar görüp bunları database'imizde olan verilerle çarpıştırıyoruz ve ortaya serbest çağrışım denilen hadise çıkıyor. insanın hard diski sonsuz terabaytlarda geziniyor. henüz kimse dolduramadı. diskimize sanat sayesinde her seferinde onlarca yeni veri depolanıyor ve bu sayede dünyamız zenginleşiyor. her tekil dünya sanat sayesinde bir başkasının dünyasını genişletiyor ama tabi ki bu çıkıp dünya düzenini ya da insanların entellektüel birikimlerini genişletip kardeşçe halay çekeceğimiz anlamına gelmiyor ne yazık ki. john lennon'ı çok severim ve ütopyaları çok güzeldir ama "imagine" şarkıcı gerçek olnayacak hiç bir zaman. çünkü sanat ekranında her piksel bir mesaj değil, bir öğreti değil. olsa olsa bir imaj ya da bir duygu. ötesi yok. öyle dünyaları kurtarmayacağız. olsa olsa bu avant-garde'lık sayesinde içsel dünyamızı hep bir ileri götüreceğiz ve bundan bizden başka kimselerin haberi olmayacak. yani sanat toplum için olmayacak, kendi halinde takılıp ondan bir şeyler kapabilen kapacak. sanat hep küstahça kendisi için var olacak. din için değil, ülkesi için değil, milleti için değil, arı ırkı yaratmak için hiç değil.
ice tea bitmek üzereydi ve işte benim aklımdan bu kadar düzenli ve detaylı olmasa da bu tip şeyler geçiyordu karşımdaki dünyayı kurtaran adam konuşurken. ama bir şey söylemedim. çünkü üşeniyordum. harcayacağım nefese, tükürüğe acıyordum. öyle değişik kafelerde, barlarda, mezunlar toplantısında, ne bileyim falancanın arkadaşının sevgilisinin kuzeninin arkadaş çevresinde geçmeyen, topu topu beş altı arkadaşımla paylaştığım neredeyse asosyale yakın, kapalı ama kendimce özel bir hayatım vardı benim. tanıyan da tanıyordu beni. sıkılmıyordum. halimden memnundum. eve dönüş yolunda gider gitmez uyumayı düşünüyordum. sert sandalyede oturmaktan belim ağrımıştı.
19.08.2006
-----------------------------
geçen sene bunları yazıyormuşum, bunları düşünüyormuşum, bunlara kızıyormuşum. gittim, geldim ve şimdi dürüstlükle söyleyebilirim ki aptal gibiyim. artık sinirlendiğim şeyler kumandanın koltuğun arasına kaçması, winston light'ın üç buçuk milyon olması, yetişmek için koştuğum vapurun son anda kaçması. düşmekten başım döndü. yeter!