04:15 - 29 Kasım 2005
evcillik
televizyonda kısık seste banttan avrupa maçları. altta açık ve pause olmuş playstation. winampı dolu dizgin internete gönülden bağlı bilgisayar. yeşil ışığı yanan speakerlar. her an üzerine birinin yatmasını hazır bekleyen davetkar yatak. köşede masa lambası. önüne serilmiş kağıt kalemler. telefon şarjda. yarım kalmış ılık çay. dolu kültablası. üzerime biri yatıp yorganı kafasına çekse de bebek gibi uyusa diyen çekici bir yatak. yanan mum. açık bir cam, açık perdeler. susamış ve hatta dili damağı kurumuş bir vücut. mutfağa götürülmesi gereken kek ambalajları, cips tabağı. masaya damlayan mumları temizlemekten mustarip mayışmış peçeteler. hadi artık ne bekliyorsun diyip mızmızlanan istekli yatak. ayağıma takılıp duran çanta. yine sandalye diplerinde bir takım poşetler. boş çay kupası. sönen sigara. hırkada kek kırıntıları. susamakla kalmayıp işeyesi de gelmiş bir vücut. sekiz adımda mutfak, on üçte banyo. daha fazla bekletilmek istemeyen sabırsız yatak.

ellerimde çoraplar. banyoda sırılsıklam. hareketsizlikten ölürsem bir gün şaşırma. beni böyle düzensiz. beni böyle kalender. beni böyle ortalarda bırakma.

tüm sevelenlere gelsin.
 
04:07 - 20 Kasım 2005
yatak hikayeleri
yine aynısı oldu. uykuda olduğumu ve rüya gördüğümü bildiğim halde uyanamadım. kendi isteğim dışında gerçekleşiyordu her şey. rüya gereği sağ bacağımı o kadar çok kasıyordum ki kaval kemiğimin kırılacağını hissettim bir an. holde dolanan birinin ayak seslerini duyuyordum. ama bunun da bir aldatmaca mı yoksa gerçek mi olduğuna karar veremiyordum. beynim o an başka bir şeye hizmet ediyordu, bana dönüp bakmıyordu. bense inatla bunun mücadelesini veriyordum. sonra yatağımın başında birinin olduğunu farkettim. ama kafamı kaldırıp bakamıyordum. tam beklediğim gibi karıştı ortalık. ayak sesleri yükseldi. kendi nefes alışımı duydum. yatağımın saat yönünde döndüğünü farkettim. bacağım daha da kasıldı. her an duyacağım bir kemik sesine alıştırdım kendimi. başımın içi giderek doldu. insanı alıp götüren bir ritim eşliğinde zonklamaya başladı. yılmayıp zorlamaya devam ettim kendimi. saniyeler, dakikalar.. o yatakta o an epey bir arbade yaşandı. sonunda bu tür olayların yaşandığı her gece gibi yine uyandığımda hayatıma kaldığım yerden devam edeceğimi bilmenin verdiği huzurla öylece durdum. çabalamak çok anlamsızdı. bekledim.

yatakta doğrulup yere bastığımda sağ bacağım bir süre sendeledi. holde bir iki turlayarak eski haline getirdim. kendi ayak seslerimi duyuyordum şimdi. ama ayak seslerine çok geçmeden yatak gıcırtıları karıştı. odaya yöneldim. kapıdan içeriye irkilerek baktım. yatak dönüp duruyordu. ve yine olduğum yerde bekledim hiç bir şey yapmayıp.

gözlerimi açtım. cama yağmur taneleri vuruyordu. hala geceydi. sağ bacağımı yorganın altında hareket ettirdim. kasılmalar geçmeye başladı. geçmişti. artık rüyalarım bir değil iki oyun birden oynuyordu bana. birinden çıksam bir diğerine yakalanıyordum. bundan böyle daha kurnaz olmalıydım. bu düşüncelerle sigara paketini ve çakmağımı alıp balkonun yolunu tuttum. holden geçerken epey korktum. üçüncü rüyanın içinde olup olmadığımı merak ettim. uyanık olduğumu anlamanın en iyi yoluydu sigara bu durumlarda. bir nefeste gerçeği bana gösteriyordu. yoksa uyku arasında içmekten nefret ederim.
 
03:56 - 17 Kasım 2005
örtünmek ve yellozluk üzerine
konunun girizgahını bulmakta zorlandım biraz, ama şöyle diyeyim. artık müziğin bana bir şeyler anlatmaya çalışmasını ve bir fikir sunmasını istemiyorum. filmde de böyle bu. edebiyatta da. sanat eserleri kurmaca bir ambiyans sunsun, biz alıcılar da girelim içlerine onu hissedelim bir süre. söylenecek her şey söylenmiş. her duygu, düşünce birbiriyle çarpılıp üretilmiş her şeyden önce. bir de neden birileri birilerine kendi doğrularını söylemeye ve yapıtlarına böylece bir hedef koyup onları sınırlandırmaya çalışsın ki zaten. "bunu dinlediğinde hüzünlü olacaksın." diyen bir şarkı neden dinlensin? "bu kitap size ihanetin öbür yüzünü gösterecek" diyen bir adamın ben nesini okuyayım? şartlandırılarak edindiğim bir duygu bana artık yapay geliyor. hüzün müziği, dans müziği, trip müziği yok. insanın karmakarışık ve çözülemez bir ruhu, bu ruhun da üstünü anne şevkatiyle örten müzikler var. örtü modelini seçip kullanıyorsun. ama altında şekilden şekile girmek için değil bunlar. kendini örtüyle özdeşleştirmek için hiç değil. o bir araç, çıplak kalmayalım diye. ötesi yok. bir müzik türünün insanları "-ci"ci, -"cı"cı yapması, onları budayıp hayatlarına yön vermesi çok aşağılayıcı. ama yine de 60'larda yaşayıp bir müziğin peşinden kitlelere katılıp gitmeyi isterdim. müziğimin bir şeyleri anlatmasını, bir şeyleri simgelemesini çok isterdim. ya da gönülden bağlı olduğum bir kitabı okurken yanımdakileri sinsice süzüp tepkilerini görmeyi. ah ama ne yazık! bir filmi izleyince hayatlar da değişmiyor artık. değiştiğini iddia edenler, değişecek bir hayatları olduğu için şanslı olduklarını farketsin önce bir. ilk seviyeyi atlasın, sindirsin. sonra öyle bir ihtiyaç hissetmeyecek zaten. eserler öylece üzerimizden geçip dursun sırayla. biz de bakıp bakıp alkışlayalım ne güzel yapmışlar diye. beş duyu organı kafi bunun için. dokunsunlar birine, okşasınlar. beni mutlu edince çekip gitsinler sıralarını başkalarına verip. böyle böyle sanat yellozu oluyoruz zaten bir süre sonra da. üzerimizden geçenlerin yüzlerine bile bakmıyoruz. çağın tüm muhteviyatı gibi bunlar da tüketilip most-modernizm çöplüğüne atılıyor en son. orasının sınırı yok zaten, ne koyarsan alır. misal, bu yazıyı da poşete koyup kapının önüne bırakıyorum şimdi. bir zahmet biri atsın benim yerime.
 
02:01 - 09 Kasım 2005
masaüstü oyunları
-kendi kendine konuştuğunun farkındasın değil mi? bunu hep yapıyorsun çünkü...

ona yardım etmek istiyordum ve cesaretimi toplayıp konuyu açabilmiştim sonunda. ama asıl önemli olan nasıl devam ettireceğimdi. özene bözene kurduğum bir sonraki cümlemi söyleyecektim ki lafımı kesti.

-bir saniye!.. telefonum çalıyor..

konuşmasını bitirmesini bekledim sabırla. telefonu kapatır kapatmaz da hiç bir şey olmamış gibi devam ettim.

-başkalarının yanında toparlayamadığın konuşmaları yalnızken tek başına yapmak seni mutlu ediyor, itiraf et. çoğu zaman cümleleri bu kadar güzel sıralayabildiğin için kendinle gurur duyduğun bile oluyor. ama bunları başkalarının duymaması ne kadar acı! tanıdığın, tanımak istediğin, ya da sadece "merhaba"nın olduğu her insana söyleyebileceğin şeyler var. ve eminim ki bir ilişkiyi ilerletmek ya da kendini sevdirmek adına çok yapıcı sözler bunlar. ama beyninin çağrışımları, kelimeler, kavramlar, duygular kendi içinde çarpışıyor. bu çarpışmalar patlamalar doğuruyor. bu doğanlarsa yine senin içinde gün yüzüne çıkamadan sönüveriyor. yaşattıkların ölüyor. var ettiklerin kaderlerine terkedilip yok oluyor. dışarıyla bağ kuramayan her hissin, her düşüncen bir ceset olarak dehlizlerinde kokmaya başlıyor bir süre sonra. için bir kavramlar ve duygular çöplüğüne dönüşüyor. bu seni daha da perişan ediyor. giderek tıpkı bilinçaltı yığınların gibi sen de tadını kaybedip yavanlaşıyorsun. sönüyorsun. hiç bir şey yapmadığın halde olmayacak insanların sevimsiz kucaklarında bitkin düşüyorsun. tepkisizliğine ve dinginliğine şaşıranları "dalgınlık" diyip geçiştiriyorsun. belki de konuşmayı gözünde fazla büyütüyorsun. ağzından çıkan her lafın daha önce kurulmamış ya da çok önemli olması gerektiğini düşünüyorsun. aklında oluşan cümleleri tartma ve süzme işlemi o kadar uzun ve titizce sürüyor ki çevrendekiler o arada konuyu üç kere değiştirmiş oluyor bile. böylece içindeki mezarda bir ceset daha yok olmaya bırakılıyor kimseye görünmeden. bak sana bir şey diyeyim ben; sen çok konuşuyorsun aslında. ama tek şahitin yine sensin. aslına bakarsan esas sorun nerde biliyor musun? on dakikadır sürdürdüğüm bu saçma konuşmayı bile yine kendi kendine yapıyorsun sen. ve şu anda bir masaya başını koymuş, etrafındaki kalabalığa uyukluyor numarası yapıyorsun.

telefonum bir kez daha çaldı sonra. bir arkadaşla samimiyetsiz bir konuşma yapıp kapattım. başımı yine kollarımın arasına gömüp rol yapmaya devam ettim.

-neyse boşver bunları. bir sigara yak ta içelim hadi.
-git başımdan sen de...
 
03:24 - 07 Kasım 2005
oda durumu
pencereden
içeri giren dışarısı
sol tarafımı soğuk
sağ tarafımı sıcak
yapıyordu.


bense ortada
tarafsızca
oturuyordum..
 
02:00 - 05 Kasım 2005
bölü yirmi
(bu blogger bir kaç dakika sonra kendini yirmi parçaya bölecektir. kaçınız.)

saçlarımı karıştırarak otururum bilgisayar başına. sağ elde mouse, sol el genelde hala saçlarda olur. saçlarım benim bir parçam, herşeyim onlar benim. ve ne yazık ki bir kaç ay sonra koyun misali kırpılacaklar. iki buçuk sene sonra ilk kez berber yüzü göreceğim. şimdiden stres başladı. otururken, konuşurken, ya da öylece sıkılırken ellerim ne yapacak merak ediyorum.

sonra winamp açarım her gece olduğu gibi. ahh, müzik tabi. bendeniz müzik konusunda yanar dönerli hatta folloş bir tavır içerisindeyimdir. her sene müzik zevkim değişir. ortaokul yıllarında özgün müzikle başlayan müzik arayışım sonraları rocktı, metaldi, new agedi, gotikti, etnikti, reggaeydi, elektronikti derken içinden çıkılamaz bir hal aldı. yeni tanıştığım biri müzik bahsini açarsa derhan o ortamdan uzaklaşırım. pek sevmem sıfırdan birilerine kendimi tanıtmayı zaten, başaramam çünkü.

çay kupam her daim sağ elimin hemencecik uzanıp kavrayabileceği pozisyonda durur. bu kupanın içine yüzde yetmiş oranında earl grey, yüzde yirmi oranında kahve, yüzde onluksa su girer. benim kupama giren bir sıvı oradan kolay kolay çıkamaz. aheste aheste tüketilir böyle. çoğu zaman unuturum içinde bişeyler, buz gibi olur. dikkat ettiyseniz bu kupaya meşrubat girmez hiç.

müzik sesinin arasında bazen "fücpp", "hürpp" şeklinde ıslak sesler duyarım. ama hiç panik yapmam. çünkü bilirim ki sağ tarafımda bir fanus, içinde de üç tane akvaryum balığı vardır. oksijen için yüzeye çıkıp ağızlarını şapırtadır bunlar. ha suyun içinde oksijen yok mu? var. ama sigara dumanı yüzünden ne kadar temizlersem temizleyeyim kirli hep.

tamamlanmış üç, tamamlanmamış dört tane öyküm var, yatıyolar yıllardır. her edebiyat öğrencisinin artistliğidir. bölüme "yazar olucam ben!" gazıyla girer, son sene "abi ellisekiz tane cv bıraktım birinden yanıt gelmedi ya!" cümlesiyle biter. ben kendimi pek kaptırmadım neyse ki. şimdilerde bu blogdan gayrı yazdığım ettiğim bir yer yok zaten. ki buraya yazarken bile yazım süreci sancılarından kıvranıyorum, gözümden yaş geliyor. yazmak istediği zaman klavye başına geçip takır takır paragraflar döktüren insanlardan korkuyorum.

hiç bir şey yapmadan tek başına oturmak en güzel şeydir. normalde çok hayati ve basit şeyleri hissedecek duruluğu yaşayamaz insan. fırsatı olmaz. oysa yalnız otururken her nefes alışın, içine dolan her ünite hava zevk verir. çıkışı ayrı bir olay zaten. bacağının bir yerinde hop diye geliveren saniyelik kas, sinir hareketlerini görebilirsin mesela. ya da saçının sağa akan tarafının, solundan daha ağır olduğunu hissedebilirsin. hiç bir şey düşünmeden, bomboş bir beyinle en ilkel anlamıyla "yaşamak" olgusunu öğrenirsin. güzeldir oturmak. yatmak daha güzel tabi.

içimden yürüttüğüm monologlar geceleri tavan yapar. hiç susmam adeta, sürekli konuşurum. fikir yürütürüm, geyik yaparım, tartışırım, ya da öylesine saçmalarım. ben biriyle konuşurken de bunu yaptığımı farkettiğimde epey garipsemiştim. konuşurken sarfettiğim iki-üç cümlenin arasında mutlaka bir kaç tane de içimden söylediğim cümle vardır. yani aslında hiç durmadan konuşuyorum, ama bu dışarıya süzülmüş bir biçimde çıkıyor. eğer bunları da dışarıya vurabilseydim kendimin bile katlanamayacağı bir çeneye sahip olacaktım. aman düşman başına. böyle iyi.

dünyanın en güzel varlığı da kedidir. bir kedi koca bir dünyayı değiştirebilir. kediler istese medeniyet te kurabilirlerdi ama üşendiler, ben böyle düşünüyorum. ha öyle bir medeniyet kurulsa derhal ülke topraklarını terkedip oranın vatandaşı olurum. estetik dolması, asalet çeşmesi, karakter oturması, kendine güven abidesi, empati kralı. kedi. oysa insan estetik bile değil. garip garip eller, ayaklar, tüysüz bir ten. cinsel organlarımız bile çok komik, utancından söyleyemiyor kimse.

dışarı yaya olarak çıkmak, toplu taşıma araçlarını kullanmak hem daha keyifli hem de daha rahattır. vaktiyle sırf ayıp olmasın diye aldığım bir ehliyet var. hiç kullanmadığım halde kırık. arabadan zerre kadar anlamam. ne hakkında konuşmasını ne de sürmesini severim. hiç bir zaman ilgim olmadı, bu saatten sonra da zor. oysa yaya olmanın özgürlüğü gibisi var mıdır? istediğin kadar dalgın ol, uykulu ol, ya da yürüdüğün yere yabancı ol. bir şekilde yönlendirilip gitmek istediğin yere gidersin her zaman. bunun ekstradan bir vapur güzelliği var, ona hiç girmiyorum bile.

çok sıkıldığımda hemen tepemdeki kitapların sırtlarına bakarım. e.a. poe'lar, r.l. stevenson'lar, saki'ler, w. blake'ler, j. joyce'lar.. dünyanın en güzel insanları her zaman dururlar orda, bir yerlere kaçmak istediğimde beni içlerine gömmek için sıraya girerler. böyle aralarında turnike olurum. yerim ben onları. selam ediyorum buradan hepsine.

hiç durmamacasına büyüyen bir ütopya takıntım var. kimselerin kolay kolay yaşayamacağı alternatif hayatlar üzerine kafa patlatıp duruyorum. özellikle ıssız ada temasına karşı koyamıyorum. ki mercan adası'nın, sineklerin tanrısı'nın, the beach movie'nin ve son olarak lost dizisinin üzerimde bıraktığı etkiden anlaşılabilir bu. ama çok daha enteresan arzularım da olmuyor değil. geçende modelini hatırlamadığım bir arabanın bagajında yaşama fikri epey kafama yattı mesela. hesapladım. bilgisayar sığıyor, çarpraz vaziyette gayet rahat yatılabilir. köşeye ufak buzdolabı gibi bişey, bir de tüp. cuk oluyor.

alkol hamallıktır, eşekliktir, gereksizdir. içmeyin, içirtmeyin, e mi canlarım. ben kırk yılın başı haricinde kullanmıyorum, çok ta mutluyum.

günün ilk saati benim için her zaman kayıp. daha doğrusu o saatte ne yaptığımı kendim bile bilmiyorum. saçmalıyorum, dalıp gidiyorum, pause oluyorum. ayılma süreci bir saat sonra anca başlıyor. o da mideme bir şeyler girmeli, çay içmeliyim, üstüne de bir sigara yakmalıyım anca o şekilde. bazen kalkar kalkmaz sigara yaktığım da oluyor, o çok fena bir şey işte.

şiir okumak bazen zevkli, bazen de komik geliyor. o anki ruh halime göre sanırım. ama bence edebiyatın doruk noktası kısa öyküdür. okuması da, irdelemesi de, yazması da. bölüm derslerinde işittiğim en güzel vecizelerden birine göre "öykü yazmaya vakit bulamayan yazarlar roman yazar". tabi çok iddialı bir laf ama yine de ne güzel söylemiş hazret. avuçlarım patlayıncaya dek alkışlamak istiyorum.

hani şu ana kadar hep anlaşılmaz bir çıkmaz olarak aklınızı işgal eden kavramlar, cümleler öyle bir an gelir ki çabucak beyin lobları içinde yolunu bulur ve anlamını kazanır, çözersiniz bütün olayını. artık beyninize cuk diye oturmaya hazır olacaktır az sonra. ama henüz üzerinde düşünmeye başladığınız anda uçup gider tekrar gözünüzün önünden. işte bunun gibi bir şey.

bu sene tek başıma dışarda üçer dörder saat oyalanmayı öğrendim. çantamda ne varsa açıp okuyorum. bir şeyler karalıyorum. etrafı izliyorum. eve gidince yapacaklarımı düşünüyorum. müzik dinliyorum. laf atmalarla başlayan saçmasapan muhabbetler yoluyla yeni insanlarla tanışıyorum. hiç olmadı güzel bir köşe bulup derin olmasa da uyuyorum. bu kadar çok şeyi yapıyorum ama yine de boş boş oturduğum dakikalar daha fazla oluyor. dikkatinizi çekerim, dört saatten bahsediyorum. az buz değil. doldurmak ölüm gibi.

son üç senedir hiç ağlamadım. tazyik eksikliği.

ortaokulda "büyüdüğünde ne olacaksın?" sorusuna cevabım "çevre mühendisi" idi. ama çevre mühendisi ne yapardı, ne işe yarardı, zerre araştırıp sormamıştım. sırf ismi çekici geldiği için öyle derdim. bir kere mühendislikti, hiç bir zaman popülerliğini yitirmeyecek dolu dolu bir meslek. ama diğer mühendislikler gibi gibi sıkıcı da değildi, çevreyle alakalıydı. bu iki kelime yanyana gelince şık bir meslek oluyordu kafamda. sonra matematikten ilk sıfırımı aldım lisede, hayatım değişti.

john lennon manevi babam olur. insanlar özdeşilik kurulamayacak kişilerin fanı oluveriyor çabucak. bu kadar kolay değil. kara kaşına kara gözüne göre değerlendirilmemeli hiç kimse. john lennon sarışındır hem.

kendini yirmi parçaya bölmek çok saçma aslında. mühim olan parçalardan bütünü oluşturma. tümden gelim, güme varım mevzusu.

(ligeia'dan aldığım bu bayrağı ç hanım'a devrediyorum.)