19:31 - 28 Haziran 2006
çıldırmışsınız siz
"söyleyin ben deli miyim?" diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. "söylesenize! delirdim mi ben şimdi?" yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık.

önüme konan tabaktan sulu ve kıymalı bir şeyler kaşıkladıktan sonra çayımı, kekimi ve tekelden sigaramı alıp odaya kapanışım her zamanki gibi en fazla beş dakika almıştı. üstelik bu süre gün geçtikçe kısalıyordu. evde geçirdiğim saatlerin neredeyse tamamı bu beş metrekarelik odada harcanıyordu. bu kadar süre odada ne yaptığım meçhul kalsın. ama kayda değer bir şeyler olmadığı kesindi. takıntılarım ve rutinlerim hat safhasına ulaşmıştı. saçımı kıvırışım, ayağımla müzik çalmasa bile ritim tutuşum, mouse'a beş saniye aralıklarla anlamsız basışlarım ve ekranında okunacak, izlenecek bir öğe olmayan monitördeki kadrajlara saatlerce bakışım. dahası volta atıyordum. sürekli kapıyı kontrol ediyordum. müzik artık kulak kirim olmuştu, çoğu zaman duymuyordum bile. başım çöplük. iki kelimeyi bir araya getirmeme mani olan dil bozuklukları. anlam ve bağlamı idrak etmede zorlanan konsantrasyonum. bundan bir buçuk sene öncesi. aylarca süren kafkaesk bir süreçti benimkisi. allahım, nasıl bir bela, nasıl bir sürükleniş. resmen deliriyordum! ama deliren bir insan delirdiğini anlar mıydı? delirmenin farkındalığı varsa o delilikten sayılır mıydı? o zaman delirmiyordum, abartmanın lüzumu yoktu. sadece canım sıkkındı işte o günlerde. ama dediğim gibi, garip bir süreçti benimkisi.

ne sağa ne de sola kayacak. çizilmiş bir sınırdan burnunu dahi çıkartmayacak bu aklın yörüngesi. bir daha oraya oturtmak çok güç çünkü beynin içindeki dünyayı. kendimden bahsetmiyorum şu anda. hem delirmeyip, hem de sanırım deliriyorum, ah ben çok deliyimdir demenin verdiği haz aşikar, ya da delisin denmesi. vallahi sen delisin! oh biraz daha söyle. çok mutlu oluyorum. hayatın normal kısmında top koştururken anormalden de bal toplamak beni çıldırtası bir zevke boğuyor. ama bu değil ki? benim bahsettiğim pseudo bir delilik değil ki? hani yolda yürürken görmek, göz temasında bulunmak, dokunmak, konuşmak istemeyeceğiniz karanlık tarafın paçoz savunucularından bahsediyorum. gerçek ve saf delilerden. çünkü gerçekten deli onlar. fahişe, sapkın ve katillerle aynı gölgeleri paylaşan diğer taraftalar. nerde ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını hiç bilmediğimiz görünmez insanlar. geçirdiğim o tukaka sürecin şu anda ne kadar farkındaysam deliliklerinin o kadar farkında değil onlar.

evimizin aşağısındaki dik yokuşu bir tırmanır bir inerdi mesela yavuz. üstünde somon rengi bir pardesü. elinde kalın ama hafif bir asa vardı. durmadan inerdi, durmadan çıkardı. üsküdar'ın penguen teyzeleri adamdan istifade eder, elindeki pazar poşetlerini yokuş çıkarken ona taşıttırırdı. annesini tanırdık. kadıncağız evladını kollamaktan çökmüş, bitap düşmüştü. ilgilenmiyordu artık. yavuz benim tanıdığım ilk deliydi. çocuk aklımla ipe sapa gelmez konular konuşur, zaten bulanık aklını daha da bulandırırdım adamın. zararsızdı, ki tanıdığım hiç bir deliden hiç bir zarar görmedim henüz. yavuz daha kırk yaşına gelmeden ölünce tüm bülbüldere eşrafı camiye akın etmişti. yavuz'un cenazesi ufak çaplı turgut özal'ın cenazesi gibi olmuştu. ağlayan yoktu elbet, ama üzülen vardı. en çok ta penguen yürüyüşlü teyzelerin canı sıkılmıştı. yokuşun yürüyen merdiveni bozulmuştu çünkü. poşetler öksüz kalmıştı. ama ismail’e değil pazar poşeti, bir mısır koçanı taşıttırmak bile imkansızdır misal. çünkü ismail tanıdığım en karakterli ve en zeki delidir. delilik kariyerine hızla devam eden, üsküdar'ın altını üstüne getiren bu adamın öyküleri saymakla bitmez. kendisini ilk görüşüm geçen senenin sonbaharına rastlar. sekiz kırkbeş dersi için yedi buçukta yarı baygın evden çıkmış kaldırımdan iskeleye doğru akarken buram buram ızgarada istavrit kokusu aldım. sabahın yedi buçuğunda ne istavriti demeye kalmadan köşeyi dönmüştüm ki ismail'le ilk kez karşılaştım. adam kaldırıma bağdaş kurmuş, yağ tenekesinin üstünde istavrit pişirip yiyordu. ama göz hakkının bilincinde, gelen geçene de rızkını ikram ediyordu. neydi bu şimdi? şaka olamayacak kadar gerçek.. işte ismail'i ilk bu şekilde görmüştüm ben. daha sonra belirli aralıklarla rastladım hep. çarşının ortasında beyaz peynir, karpuz, ekmek yerken şarkı söylüyordu bir akşam. ya da boş bir televizyon kolisinin içine girmiş, caddenin ortasında trafik polisliği yapıyordu bir öğle vakti. iki haftadır görmüyorum ama kesin bir yerleri karıştırmakla, bir kalabalığı afallatmakla meşguldür kendisi. ama ismail'in deliliği yavuz gibi naif değildi. adam -bana göre- işin biraz şovundaydı hep. ben deli olsam kesinlikle yavuz gibi olurdum. daha içine kapanık, daha sömürülen, daha hakkı yenilen, daha tinsel bir imaja sahip. oysa ismail extrovert'liğin doruklarındaydı desem yeridir. ama daha eğlenceli olduğu kesin. zaten hem renkli hem de bilge bir deli profili olamaz kanaatimce. mahallenin muhtarları'ndaki toplumsal mesaj verip direksiyon sallayan hasır şapkalı deliyi muaf tutuyorum. gözümde deli ziya'nın o upuzun ve pislik dolu ayak tırnaklarından biri olamaz. ama gerçekten bir deli ya çok boştur, ya da overload olmuştur. o tam takır kuru bakır, boş taraftan gelen fevri hareketler ve fazla yüklemeden kalma dünya bilgisi tek vücutta yekpare olamaz. olmamalı. bu değil ki delilik. ideal deli diye bir kavram yok ki?

michel foucault deliliğin tanımını "mistisizmin ve inancın birleşimi" diye açıklar. biraz açarsak: mistik olana ikna olma, gerçek olmayanı gerçek sanma, fantazyaya inanç duyma. işte tam da bu noktada konu mankeni olarak sahneye eminönü belediyesinin kadrolu delisi başkan geliyor. adamın adı yok, kimse bilmiyor. eminönü'nün binlerce esnafına göre onun adı başkan. çünkü başbakan olduğundan çok emin. kendini napolyon sanan deli imajına benzer bir haldedir bu amcabey. haftanın bir kaç günü çiçek pazarı'dan bir başlar dükkan dükkan dolanmaya, mısır çarşısı, tahtakale, sultanhamam, mahmutpaşa, mercan, çemberlitaş, nuruosmaniye, gedikpaşa derken tüm ilçeyi dert dinleyen bir başkan edasıyla dolaşır. tüm ilçe esnafının gizli bir mütabakat imzalamış gibi adamı başbakan'dan farksız bir şekilde pohpohlayıp ağırlaması adamcağızın delilik tüneline sürülen yağ görevi görmüş, başkan ikna olma yolunda hızlandıkça hızlanmıştı. bu saatten sonra sen delisin! diyen biri onun için muhalefet liderinden ötesi değildi. hadi oradan! diyip konuşmalasına devam ediyordu. girdiği her sokakta alkışla karşılanıp tam ortaya bir sandalye koyuluyor; başkan, eline tutuşturulan mikrofon görevi görecek her hangi bir cisimle (marker, tornavida vs.) hop diye konduruluyordu o sandalyeye sonraları. iş iyice çığırından çıkmıştı. başkan arkadan gazı alıp coştukça halk ta tezahüratlarda bulunuyor, başkanı alkışlarla yaşatıyordu. bir sokağa başkan girmişse o sokakta alış veriş yapmak yarım saatliğine imkansızdı. "mistisizmin ve inancın birleşimi" tanımını ilk bu adamda gördüm işte ben. dükkan dükkan dolaşıp seçmenlerinin elini sıkarken göz göze geldiğimizde ben de diğerleri, o aydınlık taraftakiler gibi elini sıktım onun iki üç kez. ve yine onlar gibi pis pis güldüm bunu yaparken. utanıyorum şimdilerde..

saçı sakalı birbirine girmiş, pejmürde deli imajı vardır hani. deli deyince akla bu gelir. halbuki benim kenan haricinde böyle bir tanıdığım olmadı hiç. sadece kenan'ı manisa tarzanı'na çevirebilmişti delirme süreci. ama adamın çöküşünü simgelemekte bu avarelik bile eksik kalırdı. tipik bir ortaçağ dramı, ya da antik bir trajedi, ya da ediz hun filmi gibiydi adamcağızın hayatı. epeyce para pulu ve mutlu bir yuvayı ihtirası ve hırsı yüzünden kaybetmiş, toplumun çimenli taraflarından karanlık çamurlarına gidiş bileti kesilivermişti. kenan amca yakışıklıydı, hatta çok yakışıklıydı. parkın önünde tir tir titreyip ısınmak için altına işediği o en mide bulandırıdıcı halinde bile yüzündeki o jönümsü güzellik görülürdü sakalına rağmen. yeşilçam filmlerini hatırlatırdı bana kenan amca. sanki sevdiği kadın gelip onu bu bataktan kurtaracak, üstü açık arabalarına binip kocaman seksenler gözlükleriyle şarkı söyleyip gözden kaybolacaklar gibi. ama öldü. bir kış gecesi parkta soğuktan donarak yakışıklılığına son verdi. onun filmi mutlu sonla bitmedi ne yazık ki. tıpkı yasemin teyze'nin sonu gibi. selamsız'da geçen çocukluğumun önemli bir sahnesidir yasemin teyze'nin inziva sonrası sokağa çıkışı. oğlu, dandik sit-com dizilerinde oyunculuk yapardı bu kadının. ama bir gün meşhur olacağını, onu bu köhne mahalleden kurtaracağını düşünürdü. oğlundan başka kimsesi yoktu ki çünkü zavallının. ama çekimlerin yoğunlu mu diyelim, annesini ve evini kendine yakıştıramaması mı diyelim, bir şekilde koptu gitti evladı kendisinden. yaşadığı eve geçici gözüyle bakan, komşularına ballandıra ballandıra oğlunu anlatan, günün birinde pırt diye sosyal statü atlayacağından emin olan bu kadın da foucault'un tanımına parallelik gösteriyordu. ama gitti dönmedi oğlan. uğramadı bir daha o mahalleye. yasemin teyze de kimselere çaktırmadan gözden kayboldu bir ara. yazın başıydı. çoluk çocuk hep dışarda. sonra bir gün kapısı açıldı kadının. ama gördüğümüz o değil, güpegündüz bir cadıydı. söyleyin ben deli miyim? diye bağırdı yasemin teyze sokağa adımını atar atmaz. bir aydır evinden çıkmayan kadını görenler şok olmuştu. mahallenin en iyi yaşayanı, en burnu havadası, en bakımlısı, en bilmişiydi o. ama şimdi ruhunu bambaşka bir vücut taşıyordu. söylesenize! delirdim mi ben şimdi? yasemin teyze bağırdıkça biz kötü olduk o gün. kadının yardıma ihtiyacı vardı ama pijamasından yayılan sidik kokusu temmuz sıcacığında öyle ağırdı ki yanına kimse yaklaşamıyordu. o günden sonra ondan hep kaçtık. o da başkasının vicdanına pek muhtaç değildi zaten. bir hafta, sokakta dizleri bel vermiş pijaması ve ıslak terlikleriyle onca insanın içinde dolaştıktan sonra evinde ölüverdi. o gitti ya, sokağa sinen sidik kokusu artık dağılıp uçuyordu. sokak yine dut ve incir kokuyordu..


şimdi yüzümü aniden kameraya dönüp mesajımı veriyorum müsadenizle. herkes sana deli mi diyor mesela? ya da bazen delirdiğini mi düşünüyorsun?
e, yalan!!
çünkü sen deliysen, benim tanıdığım delilerin sadece canı sıkkındı bir dönem.

-----------------------------
ps: bir müddet kendi defterlerimden karalamaları kullanıcam imaj niyetine. yoruldum her yazıya uygun resim aramaktan.
 
03:42 - 25 Haziran 2006
gecenin üçünde tüm apartmanın gol diye haykırması
değişimi ve aksiyonu teoride hep destekleyen ama pratikte çuvallayan biri olarak yaklaşık on beş gündür bir rüyada gibiyim. her şey fayanscı ziya usta'nın banyo mermerlerine indirdiği balyozla başladı. o gün bu gündür evimiz hep tadilatta. sürekli bir hareket, bir devinim, bir usta trafiği mevcut. sancılı bir dönem geçiriyoruz. tüm aile kenetlendik, bu zor günleri atlatma çabasındayız. sinirlerimiz bozuldu. durup durup birbirimize gülüyoruz mesela. ya da fayans derzlerinin parlaklığına dalıp clementine'in müziğini hatırlamaya çalışırken bulabiliyorum ben kendimi. fantazya ve gerçeklik arasındayım. sabahın sekiz buçuğunda uyandırıldıktan maksimum otuz saniye sonra altmış beş kiloluk bir mobilyayı yan odaya taşımaya çalışırken uykumda gördüğüm rüya devam edebiliyor. hem rüya görüp hem mobilya taşıyabiliyormuşum ben, böyle bir meziyetim varmış. su tesisatçısı kasım usta ve mutfak dolapçıları ölmez kardeşler bir bulaşık makinası musluğu yüzünden birbirine küsünce balkona çıkıp ağlamamak için kendimi zor tuttum evelsi gün. allahtan duşakabinci araya girdi de iş tatlıya bağlandı. ne de olsa tüm ustalar birbirini tanıyor enteresan şekilde. birbirlerine karşı çok köklü ve etik bir hukukları var. boş kaldığım vakitler onları gözlemliyorum hep. iki ustanın arası açıldı mı üçüncüsü ustalık görevini yerine getirip aralarını yapıyor muhakkak. yapmazsa dördüncü usta üçüncü ustayı diğer iki ustanın durumuna kayıtsız kalmakla ayıplayabiliyor. ustalık dünyasının kendi kuralları, kendi normları, kendi adalet düzeni var. onu çözdükten sonra gerisi kolay. dungeons and dragons gibi bir şey. bu dünyada kimisi bir parkeci, kimisi bir badanacı, kimisi bir tesisatçı. hayatlarını idame ettirmede olumlu ve olumsuz özelliklere sahipler. hiç biri mükemmel değil, ama doğal seleksiyonda öyle kolayca pes edecek kadar zayıf ta değiller. survival of the fittest olayı değil yani bu. muazzam bir dengeden, armoniden bahsediyorum. ya da ben fayans harcından, tinerden, vernikten sarhoşum iki haftadır. gerçekliği saptırıyorum, kafamda var olmayan şeyler kuruyorum. zaten dediğim gibi her şey içiçe geçti. finaller, tadilat, dünya kupası. 2006'nın haziran ayı benim için pek çok çağrışımla dolu olacak. belki bir tesisatçı kasım usta, suya hükmeden, suya yön veren. belki fayanscı ziya usta, parmakları naçar kalmış ama dirayetiyle malasına harc seren. belki arjantin'in bu akşamki oyunuyla beklentileri karşılayamaması. belki postmodern roman yüzünden okulu bitiremeyip bütünlemeye kalışım. belki de şu anda tinerden mide bulantısı ve baş dönmesi yaşayıp badanası henüz beş altı saat önce bitmiş bu odada bu gece yatarsam zehirlenip ölebilirim korkusuyla yatağı holün ortasına türbe gibi dikip orada yatma planlarım.. haziran ayı hiç bitmesin istiyorum ben. karmakarışık, hatta darmaduman ama en azından çok değişik.
 
03:46 - 12 Haziran 2006
karışık biraz
another nite another love diyor şu anda winamp'ta jay jay johanson ve yazın tüm havasını, tüm serinliğini içimde hissediyorum ben. çok güzel. bildiğin yaz geldi. hatta gittim bugün iki tane t-shirt aldım kendime. gerçi uzun, upuzun sürdü yine. ben bir sene boyunca sadece ya iki ya üç kez üstüm başım için alışverişe çıktığım için kabusa dönüşüyor bu süreç. bir kere, öyle başka bir amaç için caddeden yürürken vitrinde bir giyisiye vurulup girip alan biri değilimdir. alış veriş günleri haricinde vitrinlere bakmam, dikkat etmem. bir şey almak için evden çıkarsam da çok çok saatler sonra dönebilirim. çünkü bir senede topu topu bir çift ayakkabı, bir sweatshirt, iki t-shirt, bir pantolon (ki pantolon iki sene de bir de olabilir) aldığım için az ama öz olmasını istiyorum. giyeceğim şeye adeta aşık olmak istiyorum. evden, kafamda ideal bir ayakkabıyla, hayal ettiim bir t-shirtle falan çıkıyorum. dükkan dükkan geçirdiğim dört saat sonunda aslında öyle bir ayakkabı, öyle bir t-shirt olmadığını anlayıp sonunda sıkılarak aza tamah ediyorum. bu yanılgıya her seferinde kesin düşünüyorum ben. büyük beklentiyle çıkıp kendimi de tezgahtarları da çok yoruyorum. en nihayetindeyse alışveriş yaptığım yer ilk baktığım dükkan olabiliyor. boşu boşuna ekstaradan yirmibeş mağaza gezdiğim için kendime kızıyorum bu sefer de. aldığım şeye lanet okuyorum. bir de ayaklarına kara sular inene dek arayıp sonunda aldığın şeye eve gelip yatağın üzerine atınca yabancılaşma tehlikesi var. bu mudur yani? bunun için mi? tiksiniyorum ben aslında alışveriş dünyasından ve bu bu uğurda yapılan her şeyden. halbuki annem alırdı bana eskiden kıyafetlerimi. çok ta iyi olurdu. artık gönderemiyorum ama onu. "karakterin gelişmez, kendin al kıyafetini." yalanıyla seneler önce kandırdı beni, o gün bugündür de böyle senenin belli dönemleri eziyet çekmek zorundayım.

yaz demişken; ben yazları daha çok uyuyan bir insanımdır. bu yıllar yılı böyle süregelmiştir. ama bu yaz uyuyamıyorum. staj ve okulda dersler bittiği halde, artık haftanın beş günü sabahın yedisinde kalkmak zorunda olmadığım halde sabah beşte yatıp onda onbirde "zank!" diye kalkıveriyorum. tabi bunda son bir kaç aydır süregelen uyku saçmalamalarımın büyük etkisi var. lucid dreaming'e doğru gelişim gösteren rutin karabasanlar, sadece amerikan filmlerinde olur sandığım bir anda gözlerini açıp yatakta doğrulmalar. bunlar da yetmezmiş gibi televizyon izlerken beş saniyeliğine bilincim gidip geri gelebiliyor. en son örneğini arjantin-fildişi sahili maçını izlerken yaşadım bunun. arjantin 2-0 öne geçmişken, fildişi'nin durmak bilmeyen atakları inatla sonuçsuz kalırken kalecilerden biri degaj hazırlığı yapıyor. o sırada yatağa uzanmanın verdiği mayışmışlıkla gözlerim kapanıyor ve kendimi bir dolmuşa yönelirken buluyorum. dolmuşun otomatik kapısı açılıyor, binmek için hamle yaparken ayağım takılıyor ve yere düşüyorum. tam kafamı asfalta çarptığım sırada gözlerimi açıyorum ve ekranda görüyorum ki degajda havalanan top anca yere düşüyor. bu fizik kuralları çerçevesinde en fazla beş saniyelik bir süreçtir olsa olsa. bir insan beş saniyede uykuya dalıp, rüya görüp üstüne bir de uyanabilir mi? bilinç altım, bilinç üstüm, her şey karışmış durumda. fake wake (karabasan) ve lucid dreaming yönünde sahip olduğum deneyimleriyse burda anlatarak iç bayıltmak istemiyorum şimdi. çünkü yaz geldi. çünkü içimiz kararmamalı. çünkü güzel şeylerden bahsetmeliyiz. ama konuyla ilgili özellikle bir şeyi anlatmasam da çatlarım. son zamanlarda yatağa yatmakla uykuya dalmak arasında geçen dakikalarda, yani bilinç yavaş yavaş kaybolup yerini bilinç altının dehlizlerine bıraktığı o geçiş sürecinde aklıma hep çocukluğumla ilgili bizzat yaşanmış sahneler geliyor. film izler gibi izliyorum desem abartmamış olurum. aslında şopar aeternus'ta dikkat ederseniz dün ne yaptığımdan ziyade yıllar öncesini anlatıyorum ben hep. çoğu da çocukluğumla ilgili oluyor. çünkü bu sahneleri istem dışı hatırlıyorum ben. ya rüyalarımda ya da hiç beklemediğim anlarda çağrışarak aklıma geliveriyor bunlar. ben de aklımda tutup burada anlatarak kayıda geçiriyorum. bu yüzden günlük değil bu blog, hiç bir zaman da olamadı. çünkü bu blogun sahibi bugün ya da bir kaç gün evvel yaşadıklarını enteresan bulmadığı için yazmaya gerek te görmedi. bilinç altına ittirilmiş seneler öncesi detaylarının üste çıkmayı başaranların kaydı diyebiliriz burası için. onlar üste çıktıkta ben de onları yazarak mükafatlandırıyorum. gerçek yapıyorum. bir daha geldikleri derinliklere geri dönerken buruk bir hüzün yaşamasınlar diye. arkamdan ağlamasınlar, ahları tutmasın diye. işte bu onura erişenlerden sonuncusu da yine ilkokul yıllarıma ait. dün gece tam uykuya doğru yol alırken aniden aklıma geldi. ben ilk kurgusal yazı girişimlerim ortaokul yıllarıma gelir sanırdım ama o yıllarda da böyle bir girişimim olmuştu. korku edebiyatı geleneğine demek ezelden beri merak duymuşum ki kendi çapımda bir gerilim/korku hikayesi yazmaya girişmiştim. öykü şehrin dışında bir mağarada iki sevgilinin iskelet olmaya yüz tutumuş cesetlerinin polislerce bulunmasıyla başlıyordu. çürümüş iki cesedin sevgili oldukları nasıl anlaşılıyordu orasını hatırlamıyorum gerçi. kesin bir sebep uydurmuşumdur. sonra şehrin dışında bulunan ceset sayısı artıyor, sonunda da cinayetler şehrin göbeğine denk geliyordu. bu tip her öykünün klişesi olarak polis ve devlet çaresizdi. çünkü karşılarında çok yaman bir seri katil vardı. ama bu öykünün en can alıcı noktası, hatırladığıma göre evde cereyan ediyordu. kurbanlardan biri yorgun argın işinden dönüp televizyonu açtığında ekranda, ne yazık ki ne olduğunu hatırlamadığım, garip bir görüntüyle karşılaşıyordu. sonra kanalları değiştiyordu, ama ne mümkün! her kanalda aynı anlamsız görüntü vardı. sonra da ölüm adamcağızı avucuna alıyordu. katil kurbanlarına bir yenisini ekliyordu. ben bu öyküyü harala gürele ders aralarında yazarken daha önceki bir yazımda da bahsettiğim suha isimli arkadaş yanıma gelip bu her kanalda aynı görüntünün olduğu sahneyi okumuş ve "ne yani? belki de turgut özal ulusa sesleniş yapıyordur?" diyivermişti. suha'nın yorumu ve öyküyü bırakmam da aynı ana denk gelmişti. çocuk aklımla suha'nın yorumunu mantıklı bulmuş, "yok ben bu öyküyü toparlayamacağım" diyerek vaz geçmiştim. gerçi televizyonu bir korku unsuru olarak ringu'dan daha önce kullanmış olmam şimdi nedense göğsümü kabarttı. ama işin orasında değilim. suha'ya neden bu kadar kin beslediğimin sebeplerinden biri de bu enstantane ile ortaya çıkmış oldu böylece. adam yazar olmamı engelledi. dünyanın en küçük yaşta yazılmış olacak korku öyküsüne haince çemle taktı. bu da yetmezmiş gibi rolümü çaldı. daha ne yapsın? ben bu adama kin beslemeyeyim de ne yapayım?

ben aslında yazının sadece alışveriş kısmı için oturdum bu bilgisayarın başına. ama nedense laf döndü dolaştı, yine ilkokula ve suha'ya geldi. psikolojiden anlayan birinin bu durumu çözümlemesini istiyorum. nedir bu takıntı? hayatımda son zamanlarda enteresan hiç bir şey olmuyor, bilinçaltımın üst kısımlarıma yeni bir şeyler eklenmediği için altta kalanlar üste çıkıyor, belki de ondandır. esasen çok daralıyorum. tam bir yaz sarhoşluğu yaşıyorum. bu ayın sonuna dek finallerim var. okulu bitirmenin eşiğindeyim. ama evime kapanıp boxerımla koltuğa uzanmak, bira ve cips eşliğinde dünya kupası'nı izlemek istiyorum ben. ertem şener maçları anlattıkça heyecandan ve sıcaktan terlemek istiyorum, sigara dumanı saçıma başıma yapışsın istiyorum. varsın beş saniyeliğine ziplenmiş rüyalar göreyim, varsın yeni aldığım t-shirtüme bira dökeyim. çok ta umrumda. finali brezilya ile hangi ülkenin yapacağı haricinde hiç bir şeyi kafama takasım yok. sınavlar dahil. ve son olarak; o öyküyü belki ilkokul beşe giden önlüklü bir çocuk yazıyordu ama şimdiki holywood gerilim filmlerine baktığımda o kadar amatör gelmedi. en azından televizyon sahnesi iyiydi.
 
03:43 - 02 Haziran 2006
yirmibirinci yüzyıldan destan denemeleri
amatörce de olsa destan yazmakla ilgileneceğim ben bundan sonra. buyrun ilk çalışmam. resimli mesimli. (aslında resim değil onlar, bir kafede çay kahve içerken sıkıntıdan küp şeker kağıtlarından yapılarak masaya yatırılmış ve cep telefonuyla çekilmiş fotoğraflar) tekmili birden, otuz kıta. sözlü anlatım yoluyla gelecek nesillere kulaktan kulağa aktarılarak bu efsanenin gerçek olmasını diliyorum. çok mu şey istiyorum?

--------------------------------------------------------------------------------------

gawainius ve yer canavarı destanı

sizlere anlatacaklarımı dinleyin.
doğuşu yaşamı savaşı ve ölümü,
zorbalığın cenklikle soysuz yarışını,
ve mertliğin şanlı zaferini dinleyin!

masal gelebilir belki bu anlatılanlar.
hiç olmamış gibi gözükebilir belki.
ozana okkalı bir küfür savurabilirsiniz.
yine de siz anlatacaklarımı dinleyin!

bundan asırlar öncesi, tarihten de önce,
daha icat edilmemişken kalemle kağıt,
dünya karanlık ve çorak bir haldeydi.
yoktu henüz tek bir kral tek bir lahit.

henüz yaşamıyorken tek bir canlı bile,
rüzgar uğuldardı toprak tozlanırdı.
kalkardı bulut, düşmezdi hiç yağmur,
demir, gümüş bile durmaktan paslanırdı.

derken başladı nihayet ilahi hareket.
ilk tavşan yaratıldı (1), ak renkli dişlek canlı,
hızlı mı ne hızlı, kıvrak mı ne kıvraktı!
rüzgardan bile çabuk gitmekte daha şanslı.

sonra geldi peşi sıra diğer memeliler.
dört ayaklı, yaprak yiyen ürkek binekler (2).
çeşitlendikçe dünya üzeri bu hayvanlarla,
güneş açtı, yağmur yağdı, doldu taştı nimetler.

suyun altında da ölüm baki kalmayacaktı.
dalga çıkardı yüzgeçli, solungaçlı yaratıklar (3),
denizleri okyanusları dalgalandırdılar hep.
ama ayakları yok, bacaksız ve yatıklar.

ilk türler inince gök kubbeden kuru toprağa,
önce ıslandı kainat, yeşil oldu mavi oldu.
ve tanıştı bu canlılar birbirleriyle nihayet (4),
orman, deniz yeni türlerle, yeni ruhlarla doldu.

ama yoktu bunların arasında bir hükümdar.
yerlerdi hep birbirlerini, hepsi birer avare,
ve geldi canlıların en kutsalı, en yücesi,
alemlere lider, alemlere önderlik etmeye (5).

insandı onun adı, toprak kadar gerçek.
ve su kadar zarif, hava kadar mantıklı.
yenilince hakkı, ezilince boş yere,
kaplan kesilirdi, ateş kadar bıçkındı (6).

tüm bu kullar yaşadı bir müddet kardeşçe.
olmadı aralarında bir adilik, bir kahpelik.
şeytani bir adaletsizlik çıkacaktı ama,
ve başlayacaktı ah o mutlak sefillik.

sakın ayıplamayın şu tembel ozanı,
ağırdan alıyor diye, siz hele dinleyin.
insanların en yüreklisi, kılıcın en keskini,
azametin en büyüleyicisini dinleyin!

barış bozuldu her temiz olan şey gibi.
vakar dünya girdi o illet, lanet döneme.
ve yağmur durdu, toprak çorak kaldı,
yeşilden maviden okunmuyordu esame.

yere bir canavar (7) musallat oldu, bir deccal.
cehaletin ve vahşetin önderiydi bu hayvan.
sırtı keskin hançer, başı ölüm alameti,
göğsü siyah perde, yayvan mı yayvan.

toplarken peşinde tüm şeytani ruhları,
memeliler, yüzgeçliler tir tir titriyordu.
zıplarken yeri göğü inletip toz bulutuyla,
sanki bulutlar, dağlar eriyordu.

dur diyecek bir yiğit lazım gelmişti arşa,
ve toprağa, artık bir şeyler yapmalıydı.
bir yiğit ki narasıyla inletsin cihanları,
bir darbeyle deccalı yere tepmeliydi.

sakın ola söylenmeyin bu gariban öyküye,
sabırla sebat edip ozanınızı dinleyin.
kavuşacak dünya eski mesut günlerine,
ve iyiliğe, siz hele şimdi beni dinleyin!

nihayet çıktı insanlardan bir savaşçı,
hemi bilge, hemi cesur, hemi de ahlaklı.
koparacağım o iblisin şah damarını,
kurtacağım sizi dedi gayet inançlı.

ah o insan ne heybetli bir gölgeye sahipti!
ama ne kılıcı keskin, ne de zırhı kalındı,
gawainius'du adı, gözü kara şoparynos,
saçlarından bileğine her şeyiyle yalındı.

insanlar inanmadı ona, her bir hayvan da.
bu körelmiş silah, bu pösteki entari,
bu çıplak ayaklarla sen misin savaşçı,
bu ne deliliktir diyerek gülüp geçti her biri.

aldırış etmedi mert şoparynos, şanlı gawainius.
atladı ürkek bir zürafanın cılız sırtına (8),
ve aradı iblisi, haftalarca aylarca aradı,
saplamak için silahını onun şeytan böğrüne.

dinlenmek için durduğunda bir suyun kenarında,
bir tepenin ardından ansızın belirdi düşman.
ve yiyiverdi o narin zürafayı (9) , ah bu ne cüret!
bizimkisi binmeye yeni bir sırt aradı hemmen.

neyseki aylak bir deve çıkageldi, öykü bu ya!
atladığı gibi gawainius, kör kılıcını kaldırdı.
göz göze gelip o kötülüklerin canavarıyla (10),
ustalıkla nişan alıp silahını salladı.

bir çığlıkla çırpınıp sendeledi yaratık.
gözlerinden ateş çıktı, dev başını eğdi,
zelzeleyle can verdi dönüp tepe taklak.
atış tamam, kör kılıç tam da böğründeydi (11).

az kaldı, sükunutle biraz daha dinleyin.
bitmedi henüz bu öykü, bitmedi bu şiir.
lanet okumadan şu bendeniz aciz ozana,
aşk ile şevk ile son kez daha dinleyin!

kara ruhu uçup gidince o şirret deccalın,
çıktı herkes saklandığı kuytu yerlerden.
ama inanmadılar şeytanı onun öldürdüğüne,
bir mucize istendi bu korkusuz yiğitten.

tuttu tüm canlılara gawainius, mert şoparynos,
kaptığı gibi böğürdeki kör kanlı kılıcını.
ve bir nur haresiyle kamaştı ortalık,
gördü herkes elindeki mucizevi yılanı (12) .

böylelikle ispatladı gücünü, bir sevinç koptu (13) .
seksen sekiz gün yerde kızıl şarap içildi.
aydınlandı yine dünya, mavi ve yeşil oldu,
yine bulutlardan berrak yağmur saçıldı.

sizlere anlatacaklarımı dinlediniz,
doğuşu, yaşamı, savaşı ve ölümü.
zorbalığın cenklikle soysuz yarışını.
ve mertliğin şanlı zaferini dinlediniz!

ah, gawainius! gözü kara ama aydınlık gawainius!
ne de güzel hallettin yerdeki canavarı.
ama ya hava, ateş, sudaki ne olacaktı,
biter miydi hiç bu dünyanın şeytanı!