03:09 - 23 Mart 2006
türküm, doğruyum, akışkanım
müdür beyler takribi yüz-yüz elli kişilik öğrenci güruhunun en önüne geçip bayrağın yanında dikildi, yüzlerini onlara döndü. mikrofonu öyle rahat tutuyordu, konuşmasını o kadar rahat yapıyordu ki hiç olmayacak bir adama tek bir nedenden dolayı da olsa hayran kaldım bir müddet. onca çocuğu çok iyi susturuyor, çok nizami çift sıraya sokuyor, çok ta güzel konuşmasını dinlettiriyordu. günün -şu anda gerçekten hatırlamadığım- anlam ve ehemmiyeti hakkında dan-dun yapılan kısa nutuktan sonra hocaların dikildiği gruptan bir kadın da en önde yerini aldı. fönlü, küt saçları, buğulu, kalın gözlüğü, siyah yakalı ceketi ve sağ elini işaret parmağı önde olacak şekilde ahenkle bir sağa sola sallamasıyla müzik öğretmeni olduğunu anladım. derken nerden geldiğini çözemediğim cılız ve cızırtılı bir istiklal marşı doldu kulaklara. sağ el, sağa-sola-yukarı-aşağı gidip geldikçe öğrenciler de hep bir ağızdan ufak okul bahçesini çınlattılar sesleriyle. şanlı sancak, ulu bayrak, kutsal marş, müzik öğretmeni.. bense kendimi yabancı futbolcu kontenjanından ülkemize gelen ve istiklal marşı törenlerinde ağızlarını kıpırdatmayan ama anlıyormuş ve hissediyormuş gibi gözükmeye çalışan o gariban futbolcular gibi hissettim nedense. ne yapacağımı bilemedim. iliklenmemiş, rüzgarda kuyruğu afili afili sallanan ceketimin içinde, sanki kuvay-i milliye ruhundan kopup geliyormuş, ağlamak üzereymiş gibi derin bakan gözlerimi kısıp ufka daldım. marştan sonra kıpırdanmaya başlayan çocuklar hiç mola vermeden andımız (öğrenci andı) engeline takıldı. ön sıradan, henüz ortaokulda olmasına rağmen göbekli bıyıklı ve ortayaş üstü bir amca umursamazlığında ve salmışlığında bulunan gariban bir öğrenciden, pespaye bir takım elbise içinde belki şu ana dek yüzlerce kez tekrar ettiği andımız'ı bir kez daha okumanın verdiği aşinalıkla hızlı hızlı kısa cümleler döküldü. o söyledi, kitle tekrar etti. ben acaba "eyyy büyük atatürk!" kısmında tavrı ne olacak diye merak ederken (çünkü andımız'ın climax'idir bence bu kısım, söyleyenden o anda kendini kaybetmesi, o inanç ve duygu yoğunluğunda coştukça coşası beklenir gibi gelir bana) bu bölüm de bir çırpıda söylenip oldu bittiye getirildi. öğrenciler çift sıra halinde tesbih tanesi gibi içeri akarken okulun açılışı -muhtemelen- her zamanki rutinlikte bitmiş oldu. sabah yedi buçuk, gün pazartesi. takım elbise, kemer, kravat. kösele ayakkabı.. halbuki "let the sun shine in" dinleyen adamdım ben bir iki sene önce. neler oluyor, bir anlasam..

dışardan gelen, kim olduğu belirsiz, yeni bir insan sıfatıyla çekine çekine kapıyı açarken "öğretmenler odası mahremiyeti"ni bozduğumu düşünüp rahatsız oldum. öyle ya, o kapı ardında ben olmasam ne geyikler dönecekti, ne ayıp şeyler konuşulacaktı, ne dedikodular çevrilecekti belki, ben varım diye hiç biri olmadı ama. gergin ve diken üstünde geçen bir kaç dakikadan sonra kendimi trainer hocamla beraber gürültüsü koridora dolan bir sınıfın kapısından içeri girerken buldum. meraklı, kıskanç, alaycı, hayran, karman çorman bir yığın bakışın arasında en arka sıraya kendimi zor attım. topu topu kırk dakikalık ders geçmek bilmiyordu, present perfect tense kafalara oturmuyor, örnek cümleler havada uçuşuyordu. dersten kopup sağımda asılı duran sınıf panosuna ilişti gözüm. özenle yazılmış şiirleri, andımız'ı okuyan çocuktan bile daha ruhsuz okuyordum içimden, bilmeceleri bilemiyordum, komik şakalar bölümüne hiç gülmüyordum.

nihayet zil çaldı, ilk ders bitti. koca okul bir yaygarayla dışarı akın eden öğrencilerin sesiyle doldu taştı. o hengamede meraklı öğrencinin biri yanıma koşup "siz kimsiniz?" diye sordu, "ben de bilmiyorum". dedim. espri yaptığımı sanıp güldü. onlarca bakışın arasında podyum mankeni gibi düşünerek yürürken (ne kadar zordur düşünerek yürümek..) hocamın peşinden öğretmenler odasına girecek gibi yaptım, aniden yönümü değiştirip tuvalete daldım. kapağı kapalı klozete oturup bekledim biraz. iki dakikalık ta olsa huzur.. eriyecek gibi oldum.

türküm, doğruyum, akışkanım..
 
14:04 - 17 Mart 2006
kadehi şişeyi kırırım bugün!
cengiz..

cengiz denirdi ona, cengiz kurtoğlu değil. "cengiz kaseti yaptım dinler miyiz?" gibi. ya da "olum aslında bir gün paraya kıyıp cengiz'e gidelim?" şeklinde. diğer şehirleri, semtleri, mahalleleri bilemem ama her akşam camlarında yangın çıkan üsküdar'da bir cengiz sempatizanlığıdır giderdi eskiden. zaten o yıllarda benim gördüğüm türk genci kumaş pantolon-ceket giyip halen aşk ile şevk ile arabesk dinleyen eskiciler ve şehire adapte olup kot pantalon-deri cekete terfi ederek fantazi müziğe gönül veren yeniciler olarak iki ye ayrılırdı. metalciler-asitçiler muhabbeti hiç bir zaman uğramamıştı çünkü üsküdar'a. yoktu öyle bir şey, bilmezdik. üsküdar'da doğup büyüyüp "yok ben hiç cengiz dinlemedim, müzik hayatım bir scorpions kasetiyle başladı." demem bu yüzden çok yapmacık durur. dürüst olucam. elimizden tutan da yoktu bir de bizim. eniştesi, halası, dayısı, abisi, ablası tarafından yol gösterilen biri olamadım hiç. lisede tek başıma keşfettiğim ve uzun bir müddet tek başıma dinleyip kimselerle coşkusunu paylaşamadığım bir kaç "karışık kaset"le anca bir yön çizebildim. ondan öncesi malum. cengiz dinlerdik biz. salacak'ta kayık kiralayıp elde biralar, ay ışığında kız kulesi'ne karşı dün gece sevgilimizin resmini öpüp te yattığımızı söylerdik birbirimize. kule'yi koruyan köpeklerin gazabından geri kalmadan, nasıl da kıyardı bize o hain geceler, gıkımızı çıkarmazdık yine de. ama en güzeli her zaman "yarimi ellere gelin etmişler" zamanlarıydı. arka mahalle edebiyle yoğrulmuş ve default bir aşık olma potansiyeline sahip bıçkın delikanlılar olarak iki biradan sonra ağzımızdan dökülen ilk şarkılardan olurdu bu. kayıktan ne hikmetse denize düşmeden (ki düşmüşlüğümüz de var), sarhoş şansıyla inerken şişman, kahverengi efes şişesi havaya kaldırılır, alırdı bir yiğit eline sazı..

"beyyaz gelinliğiiiiiiiiiii (bu kısım mümkün olduğunca nameli ve uzun olacak, kafa omuzlardan ileri doğru uzatılıp gözler kısılacak) giymiş üstünnee.."

tok bir tonlamayla "ne güzel yakışmış esmer tenine!" kısmı hep bir ağızdan söylenmeye başlanırdı ardından.. (yarım deste yarma gibi erkeğin can ciğer arkadaşlarının sevgilisini kastederek bu cümleyi ultra-erkek egemen bir ortamda söylemesi de ayrı bir mizansenmiş. o zamanlar farketmemiştim.) bu şekilde katılım sağlanırdı işte. sonrası evlere şenlik, tüm repertuar "havuza" dökülürdü mahalleye dönüş yolunda. şarkılar akıp geçtikçe gönüller tek bir yürek, tek bir vücutta toplanıp gürültüden cinnet geçirip uyuyamayan pijamalı bir amcabeyin balkondaki çırpınışlarına tepki olarak gecenin bakirliğine daha da bir taarruza geçilirdi. kadehi de şişeyi de kırardık o gün işte, canlandırın gözünüzde.

bir de o yıllarda cengiz dinleyenlerin hepsi "enigma-sadeness" bilirdi ne hikmetse. o kültürde "paynır" taktırılan arabayla sahilde turlarken dinlenecek hem cilalı, hem de bol baslı bir parçaya gereksinim vardı çünkü. sadeness bu boşluğu kapatırdı. cengiz'i bilen, sadeness'ı da bilirdi. garip bir bağ. enigma nerde, cengiz nerde, biz nerdeyiz.. noluyordu o yıllarda? noluyordu üsküdar'da? resmen yardıma muhtaç bir haldeymişiz. can çekişiyormuşuz. dibimizde de kadıköy var, biri de gelip yardım etmemiş iyi mi.. ne ayıp ya..
 
04:44 - 11 Mart 2006
şoparberg deneyi
ne olduğu önemli değil, tabelasına bakmadan her hangi bir binaya giriyorsunuz. içerde sağa sola bakınırken yüzünü duvara dönmüş tek başına duran birini görüyorsunuz. duvara konuşuyor bu kişi. sağ elini kulağına dayamış, ayakları saçma sapan bir ritimde ve aralıkta yerinde adımlar atıyor. sol elini de duvara sürtüyor yerli yersiz, işaret parmağıyla hayali şeyler çiziyor duvarın yüzeyine. gülüyor, sinirleniyor, şaşırıyor, geriliyor. hiç bir şey anlamadığınız şeyler konuşuyor. sağ profilden göremediğiniz bu kişiye yaklaşıyorsunuz, açınızı ayarlayıp kulağına tuttuğu şeye bakıyorsunuz. cep telefonu. yaptığı garip hareketler, konuşmalar, hissiyatlar, tüm bu garip bağlam cuk diye çözümleniveriyor. problem yok. tamam binayla işiniz bittiyse çıkabilirsiniz artık. ha bir de bakın ne binasıymış bu: vergi dairesi. ya ne işiniz var o sıkıcı yerde zaten, çıkın çıkın.

sonra ben sizden rica ediyorum yandaki başka bir binaya girmeniz için. beni kırmayıp giriyorsunuz. üst paragraftaki manzaranın aynısıyla karşılıyorsunuz. yine yüzünü duvara dönmüş, sağ elini kulağına dayamış, saçma sapan hareketler yapıp kendi kendine konuşan biri. aynı sinsilikle yine yaklaşıyorsunuz sağ tarafını görmek için. eliyle kulağı arasındaki şeye bakıyorsunuz. kırmızı bir elma. şaşırıyorsunuz. zaman ve mekandan soyutlanıp kalakalıyorsunuz. kendinize gelir gelmez koşar adımlarla çıkıyorsunuz oradan. yine bakın bakalım neymiş girdiğiniz bina: akıl hastanesi. e siz de bir doğru düzgün yere giremediniz şu yazıda. ben napayım.

bu benim geliştirdiğim bir deney oluyor efendim. siz de faresi oldunuz gerçi ama bilim için her şey mübahtır. takmayın kafanıza. her neyse; kendisine "stanford-selamsız şoparberg deneyi" adını verdim ben bunun. literatürde "telefon-elma deneyi" diye de geçebilir, izin veriyorum. amacım bu testi öss sınav soruları arasına sokmak. nesnelerin bir bağlam yaratmada ve algı sürecinde ne kadar aktif olduğunu gözler önüne sermek istedim. sempatik olmak istedim. bir kere de ben vurayım dedim be amca.
 
04:14 - 07 Mart 2006
this is my rifle this is my gun
aylardır buradayız ve silahımı bir kez bile kullanamadım.

sam mendes filmlerinde ana karakter hikayesine anlatıcı edasıyla başlar. ilk cümleleri vurucudur, girizgah başarılıdır. ardından konuşmayı bırakır ve destur çekip hikayenin içine dalar bizle birlikte. sonrası malum, çorap söküğü. yarı şizoid yarı travmatik ama asla ajitasyon ya da acıtasyona mahal vermeden, seyirciyle yüz göz olmadan akıp giden altı kot pantolon üstü ceket kravatlı eklektik bir sunum..

son film jarhead'de de karakterimiz, canımız cicimiz, son dönem amerikan sinemasının pek bir "alterno" gençlik idolü haline gelmiş ergen donnie darko'muz, bu filmdeki adıyla erbaş Anthony Swofford'umuz yılgın ses tonuyla konuşmaya başlar. "bakalım senin hikayen ne imiş?" demeye kalmadan full metal jacket'vari bir hırçınlığa sahip acemilik evresini görürüz askerimizin. özellikle erkeklerin daha da yakından hissettiği o "askeriye soğukluğunu" beş dakika içinde içimizde hissederiz hissetmesine ama keşke geriye kalan yüz dakikada gördüklerimiz yine askerini ezim ezim sindiren "kaka çavuşlar", birliğine ölmeyi emreden pek bir cengaver komutanlar ya da sinsi bir düşman olsa idi diye hayıflanmamıza da az kaldığını bilirsek pek bir iyi ederiz. çünkü şu ana dek pek girilmemiş ve işlenmemiş bir yerden savaşı göreceğizdir bu filmde. onlar sıkıldıkça biz de ter dökeceğizdir ekran başında. şunu çok geç olmadan belirtmekte fayda var ki jarhead'le ilgili hoppadanak diye genel bir kanı oluşuverdi bilir kişilerce: "bu bir savaş filmi değil, kesinlikle bir asker filmi." katılıyorum. ama öyle klasik bir "savaş psikolojisi" üzerine oturtulmuş bir asker filmi de değil bu. çünkü biz savaş filmlerinde şu ana dek hep kahramanlık gördük. çatışan, aksiyon içinde olan, ölen, öldüren askerler gördük. ama bu sefer durum biraz farklı, ve kim ne derse desin 20.y.y. kriterlerine göre çok daha gerçekçi. konu sadece amerika olmamakla birlikte; geçtiğimiz yüzyılda yapılan savaş ya da en azından savaş girişimlerinde çoğumuz farkettik ki kahramanlık olmadı. ölen ya da öldürülen askerler orana vurduğumuzda o kadar da tarih kitaplarına geçecek kadar önemli bir kitle değildi. teknolojinin ve emperyalizm politikasının olduğu bir savaşta pek çok asker aslında kelimenin tam anlamıyla "işlevsiz"di ve sadece rakamsal çoğunluğu sağlamak adına o üniformayı giyiyordu. orta çağdan itibaren kılıçla kalkanla kazanılan kahramanlık savaşları, dünya savaşlarıyla birlikte geride kaldı. ama onlarda dahi ortada işlevini yerine getiren tüfekler, miğferler yok değildi. ama jarhead'de gördüğümüz körfez savaşı'nda ve çıkan bir kaç tek tük mini-savaşta daha sonucu belirleyen ne kılıç, ne tüfek, ne de miğfer oldu. "güç" değerleri hayli değişmişti çünkü. savaşlar çok daha soyut ve değersel etkenlerle kazanılır olmuştu. (en büyük örnek tabii ki amerika) hal böyle olunca savaşa gönderilen yarım milyon askerin sadece sayısal bir rakamdan ve ülke vatandaşlarına verilen milliyetçi bir pompadan ibaret olduğu açık. bu filmde askerler bir çölün ortasında savaşmayı bekliyor. bekliyor, bekliyor ve yine bekliyor. ama düşmanı ne biz görebiliyoruz, ne de onlar. aylarca alınan eğitim, televizyonda ceset görünce midesi bulanan "default" bir insanı öldürmeye programlı bir hayvan haline dönüştüren sanal psikoloji, ve niçin savaştıklarını bile bilmeyen apolitik askerlerin üzerine örtülen suni bir vatan sevgisi, yapay bir kahramanlık sevdası. bu savaşta hiç bir işlevlerinin olmadığı ve savaşa hiç bir şekilde müdahale edemeyecekleri gerçeğini hissettirmeden onları bir çölün ortasında aylarca bekletebilme kabiliyeti. ve sonunda aylarca tam teçhizat nöbet tutmasına rağmen bir kez bile düşman göremeyen askerin bir ıraklı subay görünce onu vurmak ve en azından bir şey yapabilmenin tadına varmak için üssüne yalvarması. havaya atılan ateşler.. yakılan kamuflajlar.. topu topu bir kaç dakika süren ama yine "boş" bir aksiyon, ve savaş bitince yapılan nedensiz bir kutlama.. sinir mekanizmaları savaşmaktan değil, savaşamamaktan mahvoluyor jarhead'de.

savaşın anlamsızlığını pek çok film işledi şu güne dek, savaşı eleştiren ya da irdeleyen yüzlerce sinema filmi çekildi. başyapıtlar çıktı. ama bir askerin hissettiği bu "işlevsizlik" ve "hiçlik" duygusunu deşifre edebilen ilk ve tek güncel film oldu bana kalırsa jarhead.. o yüzden bu filmi full metal jacket'la ya da diğer savaş klasikleriyle kıyaslayıp bir yargıya varabilmek neredeyse imkansız. işlenen tema saf bir "sıkıntı", hiç bir şey yapmadan aylarca asker üniforması içinde oyalanmak, ya da askercilik oynamak. dünyanın her yerinde olduğu gibi.

-aylardır buradayız ve silahımı bir kez bile kullanamadım.
-şimdi kullan o zaman.
*tatatatatatatatata!!!*

ve menzili ay olan, yıldızlar olan kutularca ordu cephanesi. özeti bu.
 
05:20 - 06 Mart 2006
dört anketi
anket sevdasına yenik düşmüş ç hanımefendiler her zamanki gibi zincire beni de dahil etmiş. her seferinde "bir daha anket koymayacağım bu bloga" diye kendi kendime tepki koyuyorum, kararlı görünmeye çalışıyorum. ama olmuyor, olmuyor. kapılıp gidiyorum ben de. umarım bu son olur.

yaptığınız dört iş?

çok güzel çeviri işi yaparım. pek bir durgunum son iki senedir ama hala yapabilirim sanırım. ingilizce'den türkçe'ye, türkçe'den ingilizce'ye. itina ile. aşk ile şevk ile. sarmalar sararım, yalayıp yutarım ben öyle çeviriyi. lütfen bana iş verin. telefonumu veriyorum: 053..

süpermarketlerde promosyon elemanlığı. ikna kabiliyetim ve bir şeyi ballandıra ballandıra anlatabilme yetim olmamasına rağmen yapardım bu işi üniversitenin ilk yıllarında, gayet te iyi kıvırırdım. olsa yine yaparım. çok zevkli bir iştir.

imalat-toptan tekstil işi. kendimi bildim bileli babanın hatrına hürmeten çeşitli aralıklarla yaptığım bir meslek. imalattan pek anladığım ve zevk aldığım söylenemez, ama tezgah arkasından çok zevklidir iş bağlamak.

ah bir de karikatür illustrasyon kabiliyetim vardı bendenizin yine eskilerde. lise sıralarında başlayan, üniversitenin ilk iki senesine dek uzanan ama sonradan sönen bir heves daha. bir üst maddede belirttiğim meslekle alakalı. don ve büstiyer diye tabir ettiğimiz iç çamaşırlara özene bözene baskılık imajlar çizerdim. çeşitli sitelere karikatürler yetiştirirdim. mizahla alakalı her türk genci bir gün leman'a kapağı atacağımı hayal ederdim. ama nerde, gitti tabi şimdi.

defalarca izleyebileceğiniz dört film ve dizi?

filmleri verelim önce, onlar daha kolay.

burda kriter en beğendiğimiz değil, izlemekten en çok keyif aldığımız yapımlar şimdi.

o halde ilk sıraya terry gilliam eseri monty python serisini (özellikle monty python and the holy grail) koyarım. her izlediğimde daha çok eğlendiğim ve kişneye kişneye güldüğüm bir film olur kendisi. arkadaş grubunda yıllardır esprileri, mizansenleri döner durur. bıkmayız, usanmayız biz bu filmden.

ikinci sırayı pek bir sevdiğim coen kardeşlerin the big lebowski'si alır. kendimi, her izleyişimde rahat ve umursamaz bir şekilde bulurum bu filmden sonra. terapi gibidir. arada alınması gerekir.

danny boyle abimizin the beach filmi yine hayatımda en çok izlediğim üç beş filmin arasına girer. bunaldığım ve yaşadığım mekandan sıkıldığım zamanlar izlerim. o adaya iki saatliğine gider, koklar gelirim. porcelain dinlerim sonra bol bol gaza gelip. ıssız ada ve çeşitli ütopik mecralar takıntımda önemli bir yer teşkil eder bu film.

ah nasıl unuturum! aslında guy ritchie'nin diğer şaheserine pek bir haksızlık olacak, ama lock stock and the smoking barrels diyorum. şu anda önüme koyun, yine üç kez arka arkaya izlerim. ingiliz mizahını ve suç komedisini bence benimsemiş bir insandır guy rithie. o yüzden severim. soundtrack albümü de cabası zaten.

gelelim dizilere.

ne yalan söyleyeyim yabancı dizilerle pek alakam yoktur. cnbc e kültürüne kapılıp gidememiş şu odun güruha dahilim ben de. yerlilerdense çok az haberim var. sorun sanırım televizyon karşısında vakit geçirememde. ama hayatımda özenle takip ettiğim, hakkında konuşabildiğim ve defalarca izleyebileceğim bir dizi varsa lost'tur. son yarım senem lost'la geçip gider oldu. bitse de rahatlasam.

sır dosyası. böyle bir dizi vardı eskiden star'da, x files'ın türk versiyonu. çekim maliyeti çok yüksekti ve ülkem insanının şu anda da olduğu gibi gerilimle ve bilim kurguyla pek alakası yoktu o dönemde. o yüzden kaldırıldı yayından bir kaç bölüm oynayıp. ama devam etse kesin izlerdim.

bu dört diziyi tamamlamam çok zor olacak. çünkü dediğim gibi pek aram yok dizilerle. o yüzden "yerseniz" şöyle eskilerden aklıma gelen iki tanesini daha sıralayıp geçicem bu kısmı;

mahallenin muhtarları (evet ne var? şarkıları güzeldi bunun.)
perihan abla (eh, olduğu kadar artık.)

yaşadığınız dört yer?

bir insanın yaşadığı dört tane yer olmaz. oluyorsa da göçebedir o, çelebidir. yerleşik hayata geçememiştir. benden anca iki tane çıkar mesela.

istanbul
sakarya-hendek

bitti..

tatil için gittiğiniz dört yer?

bunu da hakkıyla cevaplayamam ki ben. ama yazayım yine de. beğenip beğenmeme şansım olamayacak burda. anca dört tane çıkar zaten.

olympos (ahh, işte bunu seviyorum.)
çeşme (çok kalabalık. otel, havuz, açık büfe, disko, bir yığın para. bildiğin iğrenç tatil mekanı.)
erdek (sırf aile var burda da. fil mezarlığı gibi.)
kumbağ (hayal meyal hatırlıyorum. akrabalar vardı.)

en sevdiğiniz dört yemek?

hiç bir zaman bu gibi "en" listeleri hazırlayamamış ve ezberleyememiş bir insan olarak gecenin bu saatinde, şu aç halimle aklıma gelen dört yemeği sallamak istiyorum:

perde pilavı. (olsa çok fena yerdim, ilk bu geldi aklıma.)
tavada alabalık. (buna da içim gitti şimdi.)
mantarlı, tavuklu ev yemeği. (mantarlı tavuk mu denir buna, tavuklu mantar mı? bir önem sırasına koyamadım ikisini, o yüzden)
spagetti. (bol baharatlı, salçalı bir sos olacak ama üstünde)

şimdi olmak istediğiniz dört yer?

olympos'ta olmayı çok isterdim şimdi. hatta her an isterim. hazır aklımdayken onu yazayım ilk.
her hangi bir karayip adası. ama jamaika olmasın. olay sadece marijuana değil. hem çok ayağa düştü orası.
dublin. gitmedim, görmedim hiç. belki de gözümde çok büyütüyorum. ama keltliğim tutunca tercihim hiç düşünmeden irlanda'dır.
her hangi, başka bir karayip adası. (sırf dördü tamamlamak için)

şöyle bir göz gezdiriyorum kardeş bloglara, ve anketi henüz yapmamış olan kurbanımız northern hanıma muz ortayı kesiyorum.