04:19 - 29 Ağustos 2005
dün gece olanlar
gotik edebiyata ve kısa öyküye merak saldığım dönemlerde bölümde bir "öykü yarışması" düzenlenmişti. şöyle bir şey yazıp katılmış idim. bir iki haftadır tembelliğimden bir şeyler de saçmalayamıyorum, cepten yiyelim bari biraz.

gawainworks presents!

dün gece olanlar

--------------------------------------------


‘ne vardı ki bu kadar oyalanacak! erken çıksaydık şu yoldan geçen bir iki araba olurdu. biz de gecenin bu saatinde yürümek zorunda kalmazdık!’

size dün gece olanları anlatayım:
yaklaşık yarım saattir yürüyorduk ve bir yarım saatlik yolumuz daha kalmıştı. babam eski, ahşap bastonunu sağ elinde salla sallaya söyleniyordu. sol eli ise benim koluma yapışıktı. önümüzde upuzun, düz, boş bir yol ve iki yanımızda sıralanmış yüzlerce kavak ağacı vardı. tek bir yaprağı hareket etmeyen kuru kavak ağaçları... ve ağaçların arkasında büyük, geniş, köye kadar uzanan tarlalar... cırcır böceklerinin ve çekirgelerin derinlerden gelen sesleri de olmasa koca tabiatta bir bizim olduğumuzu düşünecektim. hava, gece yarısı olmasına rağmen alabildiğine durgundu, bunaltıcıydı ve dışarıda olduğumuz halde babamın haftalardır yıkanmayan siyah cübbesinden gelen ter ve kuru tütün kokusu midemi bulandırıyordu. özellikle sigara kokusu beni deliye döndürürdü her zaman. yer yüzünde bu kokudan daha boğucu, daha rahatsız edici bir şey yoktu herhalde benim için. hele bu sıcakta babamın cübbesinden gelen bu koku içimi çürütüyordu. sıcak... gece olmasına rağmen hiç dinmeden insanı perişan eden sıcak... (babama göre) buralar şu ana dek hiç bu kadar sıcak bir yaz geçirmemişti. babam belki de haklıydı; evelsi gün sıcaktan bayılıp dere kenarına -kurumuş derenin kenarına- yığılmış bir eşek bile görmüştüm. sahibi, hayvanı kovalarca suyla zar zor ayıltabilmişti. ve şimdi de babamın o eşek gibi dilini dışarı çıkarıp yere yıkılması bana göre an meselesiydi. sıcaktan ve yürümekten kanlı bir et parçasına dönen suratına tahammül edemiyordum. o kadar acınası bir durumdaydı ki yorgun olmasam onu sırtıma alıp yola öyle devam edebilirdim. tabi kokusuna katlanabilirsem...

sıkılmıştım. gerilmiştim. ve her an bu sessizliği ve durgunluğu yırtacak kötü bir şeyler karşımıza çıkabilir diye tetikteydim. vakit geçmek bilmiyordu. bir adımı bir dakikada atıyormuşuz gibi yavaş geliyordu bana yolculuk. insan kendini yalnız ve gergin hissettiğinde çocukluğunda duyduğu o saçma hikayeler uyanıverir aklında nedense. hatırlamaya çalışsa hatırlayamacağı o masallardaki kurtlar, cinler, hayaletler tüm detaylarıyla canlanıverir aklında. ve her ne kadar gülünç hikayeler olsa da bir şeyler dürter insanı, kalbini hızlandırır, yok yere ürpertir. ufakken abilerimizin bizi korkutmak için uydurduğu o salak masallar geçmeye başlamıştı kafamdan. her geçen saniye daha da hızlanıyordu kalbim; nereye baksam şeytanlar, canavarlar çıkacakmış gibi geliyordu. muhtemelen sabah olduğunda bu yersiz yaşadığım korkuya gülecektim ama elimde değildi şu anda korkmamak. babamı kolundan tutup adımlarımı hızlandırmış, önüme baka baka yürürken birden dibimizden gelen kanat sesleriyle tüylerim diken diken oldu. seslerin geldiği yere çevirdim kafamı. sağımızdaki ağaçlardan havalanan bir karga sürüsüydü. biraz rahatladım. simsiyah gölgeler gaklaya gaklaya üstümüzden geçip soldaki tarlalara doğru uçtu.

‘şu kendilerini yarasa sanıp karanlıkta uçmaya çalışan salak kargalar di mi?’


yarım ağız bir sesle onayladım babamı. konuşmadım. çünkü babamın sorusuna vereceğim bir kelimelik bir cevap bile dakikalarca konuşması için yeterliydi. ağzımı açmıyordum, böylece babam da pek konuşmuyordu. kargaların gürültüsü bitince yine sakinleşmişti ortalık. ve ben yine kafamı öne eğip aklıma ister istemez gelen hikayeleri başımdan savmaya çalışıyordum. beynimin verdiği bu mücadeleyle epey yürüdük.

‘cübbem!.. cübbem terden sırtıma yapıştı. şu halime bak... damarlarım derimden dışarı çıkacakmış gibi!’

babamın ara ara söylediği bu cümleleri duymamazlıktan gelmeye çalışıyordum. yola çıktığımızdan beri kendi kendine söyleniyordu ve durmadan kendini acındırmaya çalışıyordu. bu yolu en son altı sene önce gördüğünden (altı senedir iki gözü de kördü) ve yine görebilmek için varını yoğunu verebileceğinden, artık her gece yatarken azrail’in o gece gelmemesi için ağlayarak dua ettiğinden, annemi özlediğinden, sürekli kalbinin sıkıştığından ve bunların yanı sıra (dinlemediğim için hatırlayamadığım) daha pek çok şeyden ağlamaklı ağlamaklı bahsedip duruyordu. sanki beynimin derinliklerinde durmadan mırıldanan iniltiler gibi geliyordu artık konuştukları.

upuzun yolda, sadece ayın az da olsa hafiflettiği karanlıkta kör bir adamla yürüdüğümü düşünmek ürkütücüydü. kafamı dağıtıp başka şeyler düşünmek için başımı yukarı kaldırmış yıldızları seyrediyordum yürürken. sanki her yerde yıldız vardı ve gitgide çoğalıyorlar, gözlerimin tüm bakış açısını kaplıyorlardı. açık havalarda gökyüzündeki yıldızlar bana o kadar kalabalık ve o kadar yakın görünürlerdi ki bu manzaradan her zaman etkilenir ve ürperirdim. ve yine büyülenmiş bir şekilde, babamı yok sayarak yıldızlara kilitlenmiştim. onlar ve ben... Belki saçma gelebilir ama bazen yıldızları tanrıların gözleri gibi hayal ederdim. onlarca göz... evrenin en yukarısından beni izleyen onlarca göz... geceleri, karşı evde oturan ailenin kızlarını çıplak hayal edip heyecanlandığımda ya da içimden babama küfürler savurduğumda hemen gökyüzüne bakardım. gözler büyür gibi olurdu, sinirlenir gibi. korkardım, hemen ellerimi açıp dualar ederdim affedilmek için. ve dualar bittiğinde yıldızların ufaldığını, eski haline döndüklerini hisseder, rahatlardım.

‘ahh... dili dışarıda gezinen...köpeklere döndüm. biraz...biraz dinlenelim oğlum... yoksa az sonra...bir cesede dönücem!..’

babama baktım. bastonunu koltuk altına sıkıştırmış, eliyle kalbini tutuyordu ve dizleri kırılmış, zar zor yürüyordu. dili gerçekten bir köpeğinki kadar dışarıdaydı ve bu aciz haliyle babamı şu anda bir sıçan bile kolayca alt edebilirdi. ondan nefret mi ediyorum, yoksa ona acıyor muyum karar veremiyordum yıllardır. ama bugün o yaşlı haliyle bana katılması ve gittiğimiz yerde gereksiz muhabbetleri yüzünden geri dönmemizi bu kadar geciktirmesi sabrımı zorlamıştı. bizi şu duruma sokması yetmiyormuş gibi şimdi de dinlenmek istiyordu.

dayanamayıp boynuna doğru, sinirden titreyen sol elimi açıp onu boğacakmışım gibi bir hamle yaptım. kendime hakim olup kolumu indirdim ve dudaklarımı kemire kemire etrafıma bakındım. bana kalsa burada bir saniye bile oyalanmak istemezdim ama çaresizce babamın isteğini kabul ettim. solumuzda, üzerinde bulunduğumuz yola bağlanan bir patika uzanıyordu. tepelere çıkan bu patika oldukça dar ve hafif dikti. bulunduğumuz yerden, bu karanlıkta yolun neredeyse sonunu dahi seçebiliyordum. bu tepelerde yaşayan kimse yoktu; sadece gündüzleri çoban, köydeki keçileri toplar ve bu tepelerde otlatmaya çıkarırdı. akşama doğru da indirir ve avlularına bırakırdı. bunun haricinde işlevi olmayan, sadece keçiler için yapılmış dandik bir yoldu.

babamı yolun sağındaki bir ağacın dibine oturttum; tepelerden gelen patikanın tam karşısına. Ve ben de babamın biraz önünde çömelip külüstür bastonuyla oynamaya başladım kafamı dağıtıp kötü şeyler düşünmemek ve korkmamak için. ama elimde değildi ve yine düşünceler, hayaller, kabuslar arasında kaybolmuştum. neredeyse hayattan bağımı koparmış şekilde dalıp gitmişken burnuma buram buram acı bir duman kokusu geldi.

‘öhö öhhöh!.. yazın da şu bok hiç içilmiyor be!’

kafamı arkaya çevirdiğimde babamın çoktan o halde sigarasını yakmış, öksüre öksüre dumanlandığı gördüm. tütünden çıkan bembeyaz ve yumuşacık dumanlar zifiri karanlıkta pek şık ve rahatlatıcı bir görüntüyle süzülüyordu doğrusu ama bu manzara gerginliğimi almaya yetmiyordu tabi ki. tüylerim diken diken olmuştu ve beynimin içi zonklamaya başlıyordu. belki de yorgunluktan gebermekte olan babamın o halde sigara içmeye çalışırkenki görüntüsüydü bunun sebebi. gözleri görmediği için sigarasının ucunu işaret parmağıyla kontrol ederdi sürekli ve bu yüzden o parmağın ucu yıllar geçtikçe sararmış, kirlenmiş, mide bulandırıcı bir hal almıştı. bence dünyadaki en siyah şey ne bir karga, ne de bir kömür parçasıydı. babamın ciğerlerini görme fırsatım olmasını isterdim: dünyadaki en siyah şeyleri...

gece öylesine sessiz ve durgundu ki beş dakika boyunca cırcır böceklerini ve çekirgeleri saymazsam sadece babamın ciğerlerine duman alıp vermesini, tütünden çıkan çıtırtıları ve arada sırada boğazına tıkanan öksürük seslerini dinledim. babam sigarasının ucunu işaret parmağıyla kontrol etti, gözlerini kısarak sigarasından son bir nefes aldı ve biraz önüne eğilip izmariti rastgele yere sürttü. oluşan bir kaç kıvılcımın üstüne ciğerlerindeki son dumanı saldı ve boğazını temizlemeye başladı.

‘öhhööhh!! öhöh! hadi gidelim. dinlendim sayılır.’

babamın önünde dikilip onu kaldırmak için ellerimi uzattığımda hiç te dinlenmişe benzemediğini gördüm. yüzünde halen bariz bir yılgınlık vardı ve okula gitmek istemeyen bir çocuk gibi suratını ekşitiyor, dudaklarını sarkıtıyordu. bir ebeveyn edasıyla hiç aldırış etmeden onu -biraz hızlıca- yukarı kaldırırken inlediğini duydum. tek kelime etmeden cübbesini düzeltti, bir kaç gelişi güzel el hareketiyle yavaş yavaş cübbesinin arkasını temizledi ve tekrar koluma girdi. bastonunu ona geri verdim ve kafamı öne eğip söndüremediği sigarasını ayağımla çaktırmadan ezdim. kafamı kaldırdığımda tepelerden gelen patikayla göz göze geldik. İşte tam o anda tüm kanımın damarlarımdan hızlı bir şekilde çekildiğini, tüylerimin bir anda cayır cayır yandığını ve beynimin içinde bir şeyin patladığını son şiddetiyle hissettim. oraya doğru kilitlenip kalmıştım ve babam hadi dercesine kolumu çekiştiriyordu. bir insanın hayatı boyunca duyacağı korkunun tamamını bir kaç saniyede yaşadığım için bayılacağımı sandım, ya da kalp krizi geçireceğimi. patikada neredeyse kavak ağaçları boyunda, simsiyah ve ipince, toplu iğneyi andıran insanımsı bir şekil aşağıya, üzerinde bulunduğumuz yola doğru yavaş yavaş, yaylana yaylana geliyordu. bir insan gölgesi olmasını umdum ilk başta, ama gecenin bir yarısında olduğumuzu hatırlayınca korkunun gerçekliği bir tokat gibi suratımda patladı. tüm yaşamım boyunca görüp görebileceğim bu en korkunç sahne karşısında uzunluğunu hatırlamadığım bir süre benliğim kapalı bir halde kilitli kaldım. tekrar irkilerek kendime geldiğimde siyah uzun şey bize daha da yaklaşmış, yola varmasına az kalmıştı.

kolumu kavrayan bir şeyin olduğunu ani bir refleksle tekrar hissettiğimde babamı tamamen unutmuş olduğumu hatırladım. yaşadığım korku o denli büyüktü ki kör babam bile bir şeylerin olduğunu hissetmiş bana yalvarırcasına bakıyordu. suratındaki ifade bir kaç kelime istiyordu sadece dudaklarımdan dökülecek; nelerin olup bittiğini öğrenmek istiyordu. kendimi bir kaç saniyeliğine az da olsa toparlayıp durumu babama bir kaç anahtar sözcükle izah ettim. zaten yerinden çıkacakmış gibi olan kalbim söylediğim bir kaç kelimeyle şoka giren babamın yüzünde oluşan ifadeyle daha da hızlandı. kendi dehşetimi babamın o yaşlı suratında bir ayna gibi apaçık görüyordum. son bir umutla tepelerden gelen patikaya tekrar dikkatlice baktım. o uzun, siyah, ince şey... hala geliyordu...

‘koş oğlum! koş!!! tanrım sen bizi koru!.. tanrım sen bizi koru!..’

babam bildiği tüm duaları peş peşe sıralamaya başladığında nihayet koşmayı akıl etmiştik. açıkçası babamın bu kadar hızlı koşacağını hiç tahmin etmezdim. neredeyse beni hiç aksatmayacak kadar hızlı ve ataktı. koluma yapışmış, sürekli dualar mırıldanarak nefes nefese koşuyordu. yolumuzun bitmesine daha en az bir onbeş dakika vardı ve ben yine de babamdan ümidi kesmeye başlamıştım. enerjisi neredeyse bitmek üzere olduğu sinyali gelmeye başlamıştı kulağıma. hırıltılar çıkarmaya başlamıştı ve derin derin öksürüyordu. o anda bir karar vermem gerektiği kanısına vardım. çünkü ‘şey’in hala peşimizde olduğunu hala apaçık bir şekilde hissediyordum ve babam en fazla bir dakika sonra ya solunum yetmezliğinden ya da kalp krizinden yere yığılacaktı. ben ise bu tempomu sürdüremesem bile en azından hala koşabilir, kaçabilir, hayatımı kurtarabilirdim. ve çok geçmeden ani bir kararla ayaklarımı birden yavaşlattım. ileri doğru savrulan babamı kolundan çekip onu da durdurdum. kendimle birlikte babamı da arkaya döndürdüm ve geriye baktım. baktım... baktım... ileriye, karanlığa baktım. kalbimi elimle tuta tuta baktım. babamın varlığını unutturacak kadar büyülenmiş bir biçimde baktım. beynim zonklaya zonklaya baktım. epey baktım ve siyah şeyin gelmediğine karar verip kendime gelmeye başladım. rahatlıyordum artık. kovalamaca bitmişti. babamı arkaya çevirdim ve ben de artık geriye dönüyordum ki son kez kafamı çevirip dikkatli bir şekilde baktım ileriye. ve o görünce kahrolucağımı bildiğim manzarayı yine gördüm. yine kalbim titremeye, beynim uyuşmaya başlamıştı. açık açık gözümün önündeydi işte! yıldızların içinden çıkıp geliyor gibiydi. Karanlıktan daha karaydı. alay edercesine, acelesi yokmuş gibi yavaş yavaş beliriyordu karanlığın içinden. uzun bacaklarını öylesine yavaş ve şık atıyordu önüne, biraz kaptırsam kendimi büyülenirim de kılımı kıpırdatacak aklım kalmaz diye korkuyordum. bünyem artık bu korkuyu daha fazla kaldırmıyordu; her organım, hatta her hücrem titriyor, çırpınıyordu. çenemden boynuma süzülen yaşları farkettim, ve görüşümün iyice bulanıklaştığını. her an boğazımı parçalayacak kadar sert bir çığlık atabilirdim. gözlerimi ovuşturduğum elimle ağzımı kapattım. babamı yine unutmuştum. adamcağız yaşadığım dehşeti her nasılsa hissediyor, korkudan titriyor, koşmak için can atıyordu. babama ‘koş’ emrini verdim ve tekrar var gücümüzle koşmaya başladık. koştuk. iyi koştuk, bir iki dakika kadar. babam belki yorgunluktan ve korkudan ölümle yaşam arasında gidip geliyor olabilirdi ama yine de iyi bir tempoda koştuk. ama aksilikler yakamızı bırakmıyordu. birden ne benim ne de babamın tahammül edebileceği talihsiz bir kaza oldu. kendimi kaptırmış koşarken bir ara peşimden bir toz kütlesinin havalandığını, ve sağ tarafımdaki boşluğu hissettim. babam... bir sinek gibi yere yapışıvermişti. dengesini kaybettiği için düşmüştü sanırım, çünkü o kadar da kötü görünmüyordu.

‘k...kaldır beni... çabuk!!!’

hiç sırası olmasa da birden gökyüzüne bakıp yıldızları gördüm ve bir süre bakıştık. babam hırıltısıyla kendini hatırlattı ve kafamı gökyüzünden indirip babama yöneldim. babamı belinden kavrayıp güç te olsa doğrulttum, bastonunu yine eline verdim ve vücudunu bir istikamete yönlendirip koşmasını söyledim. “koş’ kelimesine şartlanmış babam her zamanki gibi talimatımla birlikte koşmaya başladı. ve ben de koşmaya kaldığım yerden devam ettim. ama bu seferki biraz farklıydı. babam artık kolumdan tutmuyordu. ayrıydık. koşarken bir ara kafamı geriye doğru çevirdiğimde babamın yolun dışına, kavak ağaçlarına doğru koştuğunu gördüm. ve önüne çıkan ilk ağaca bütün gücüyle toslayıp yere yığıldığını...

durmuştum. geriye dönmüş babama bakıyordum. ağaçların arasında, yolun dışına doğru hareketsiz yüzükoyun yatıyordu. o siyah şeyi görmeden önce konuştukları ve o zamanki hali geldi aklıma. kendini o kadar acındırıyordu ki ellerimi boynuna yapıştırmama az kalmıştı on dakika önce. ama şimdiki görüntüsü gerçekten çok acındırıcıydı. ölü bir balık kadar hareketsizdi ve yere yapışmıştı. onu en son iki ay önce bu şekilde görmüştüm. bir sabah o çürümüş bedenine güvenip bana haber vermeden dışarı çıkmıştı ve geri dönerken, eve varmasına az kala yine böyle yere yığılmıştı. ben hiç ilgilenmemiş, ortadan kaybolmuştum. bir kaç saat sonra komşular babamı canlı bir halde bana geri getirmişlerdi. ve iki ay öncesi gibi şimdi de onu görmezden gelmek istiyordum, hem bu sefer etrafımızda yardımsever komşularımız da yoktu. ama yapamıyordum. onu orada bırakıp tek başıma koşamıyordum. ne halde olduğunu yanına gidip görmek istiyordum ama korkum da hiç azalmış gibi değildi. tam anlamıyla ikilemde kalmış, ne yapacağıma karar veremiyordum. o şey her an karanlığın içinden tekrar çıkacakmış gibi geliyordu. adımlarım ileri mi geriye mi gideceğini şaşırmıştı. ve tepemdeki yıldızlar da artık beni rahatsız ediyordu. üzerimde müthiş bir baskı hissediyordum.

babamın acı acı inlemesini duymam karar vermemi kolaylaştırdı. ne olursa olsun onun yanına gidecektim. ve tereddüt içinde, gözüm ilerdeki karanlığa takılı bir vaziyette yavaş adımlarla babamın yanına doğru yürümeye başladım. o içler acısı manzara gitgide gözümün önünde belirginleşiyordu ve içim giderek uyuşuyordu.

‘sen... misin?.. oğlum... sen misin?... aahh...’

heykel gibi hiç hareketsiz yatıyordu. başında dikildim. biraz yerde yatan bedenini izledikten sonra çömeldim. bir elimle belinden, diğeriyle kolundan tutarak sırt üstü çevirmeye çalıştım.

‘aaaaaahhhhhhh!!!!!’

sanırım bazı kemikleri kırılmıştı. babam avazı çıktığı kadar bağırıyor, beni yardım ettiğime pişman ediyordu. onunla uğraşacağıma koşmaya devam etseydim şimdiye kadar epey yol almıştım ve şu halimden çok çok daha rahat olacağım kesindi. üstelik yolun ilerisinden hala gözümü ayıramıyordum. bir babama bakıyordum, bir ileriye. her an, hiç ummadığım bir an çıkabilir, babamla birlikte beni de kendisine kurban edebilirdi.

sürekli bağırıp acı çeken babamı sırt üstü çevirmeyi başarmıştım. suratına bakıyordum. kör gözlerine, artık iğrenç bir dokuya sahip olan kel kafasına, çamur, sümük, ter, salya ve içinde daha pek çok şey barındırabileceğine inandığım gri sakallarına, kuruyup sönük bir balona dönen pörsümüş dudaklarına bakıyordum. acımakla nefret etmek arasında gidip geliyor, ne yapacağımı açıkcası bilmiyordum. aniden ne zamandır yolun ilerisine bakmadığımı farkettim ve hemen kafamı kaldırıp ileriye baktım. ve gördüm. yine o kahredici şeyi gördüm. yine zifiri karanlığın içinden yavaş yavaş, hiç ses çıkarmadan geliyordu. ve bu sefer daha yakındı. onu ilk defa bu kadar yakınımdan görüyordum ve o anda hiç hissetmediğim kadar, o gece tattığım en büyük korkuyu ve deliliği yaşamaya başladım. kilitlenmiştim. ne yapacağımı bilemiyordum. karşımda duran manzara dalgalana dalgalana kayıyordu gözlerimin arasında. kendi nefesim bile ürperti veriyordu artık. gözüm dönmüştü. delirmek eğer bir çizgiyi geçtikten sonra aniden olan bir şeyse o çizgiye yaklaştığımı hissediyordum. Kafamda tek bir kelime, tek bir düşünce bile uyanamıyordu. beynim iptal, benliğim yarı açık, algılarım zayıftı. tek aklımda uyanan şey geldiğiydi. geliyordu...

o şeyi son kez o kadar yakınımda gördükten sonra, o gecenin sonuyla ilgili aklımda pek bir şey kalmadı. kesik kesik bir iki sahne, ya da sesi zar zor hatırlıyorum. geldiğini gördükten sonra babamı oracıkta bırakıp gözüm dönmüş bir halde tek başıma sağa sola koşturduğumu hatırlıyorum. önümde sürekli yer değiştiren kavak ağaçlarını hatırlıyorum. sessizliği hatırlıyorum. ve sessizliği bozan o aklıma kazınan sesi hatırlıyorum. sessiz ve durgun geceyi bir saniyede yırtabilecek kadar gerçek ve o acı sesi. babamın boğulma sesini...

‘tak tak tak!’

gözlerimi açtığımda kendimi kapalı bir yerde görmek önce irkiltti beni. gece yoktu, karanlık yoktu, korku yoktu, babam yoktu. ama aklımda kalanlar hala kabus gibiydi. yine de evde ve yatağımda olduğumu düşünüp sakinleştim ve yatağımda gerinip bir müddet yattım. babamı düşünecek durumda değildim. rahatlığın keyfini çıkardım.

‘tak tak tak!’

gözlerime ışık doluyordu. güneş... ve artık iyice rahattım. dinlenmiştim. sakinlik... o kabusu yaşarken hep aklımdan geçen şeylerdi bunlar. sürekli olması için yalvardığım ama olmayan şeylerdi...

‘tak tak tak!’

birinin kapıya vurduğunu farkettim. tam uyanamamıştım hala. gözlerim yarı açık, kapıya yöneldim. babamın (eğer evde olsaydı) şimdiye kadar çoktan kapıya bakmadığım için söylenip duruyor olacağı geldi aklıma birden.

sakin sakin açtım kapıyı. kalabalık... kapıyı açtığımı gören herkes bakışlarını bana doğru çevirdi. surat ifadeleri garipti. daha çok sinir dolu, nefret dolu ve gergin bakışlardı. ve garip olan suskunlardı. bu halleri korkutuyordu beni. ben de kapıda öylece dikildim ve sessizliğe eşlik ettim. çok geçmemişti ki kalabalığın biraz gerisinden karşı evin -güzel kızları olan karşı evin- babasıyla annesinin kalabalığı yara yara bana doğru geldiğini gördüm. iyice ürkmüştüm. bana saldıracaklarmış gibilerdi. ister istemez biraz çekildim. kapıyı sağ elimle tutuyordum; tehlikede kalırsam kapatabileyim diye. ve ikisi önümde dikilip benimle gözgöze geldiler. baba, elindeki sigarasından son bir nefes çekti ve izmariti yere fırlatıp suratıma doğru haykırmaya başladı.

‘niye yaptın ha!! niye yaptın!! o zavallı adamdan, kendi babandan bu kadar mı nefret ediyordun!!’

suratıma tükürükle karışık sigara dumanı çarpıyordu. yeni kalkmıştım ve açtım. bu halde o nefret ettiğim sigara dumanının tamamiyle yüzüme gelmesi beni neredeyse bayıltacaktı.

‘niye susuyorsun piç!’

bu küfürle birlikte üzerime saldırdı. neyse ki karısı ve kalabalık kollarını hemen benden ayırıp babayı geri çekebildi. ben de bu arada zor da olsa kapıyı kalabalığın suratına kapatabildim.

olduğum yere yığılıp kaldım. kalabalık kapıyı yumruklayıp dışarı çıkmamı emretmeye başlamıştı. kafamı toparlayıp düşündüm. gerçeklik tokat gibi patladı hafızamda. dün geceyi hatırladım sahne sahne. korkumu hatırladım. o uzun siyah, ince şeyi hatırladım. babamı hatırladım. ve gecenin sonunda geçirdiğim cinneti hatırladım. hepsi bu kadardı. babamı, çarptığı ağacın dibinde kaldırmaya çalışırken siyah şeyin geldiğini gördükten sonraki bölümler yoktu kafamda. kalabalığın öfkesi kapıya attıkları yumruklardan ve savurdukları küfürlerden anlaşılıyordu. öfke artıyordu. kalp atışlarım da artıyordu. sonunda gözümü karartıp cesaretimi topladım ve ne olacak olsun diyip kapıyı tereddütle açtım.

yoldaydık. dün geceki o yolda. yürüyorduk. kalabalığa dün gece olanları teker teker anlatmıştım. ikna yeteneğimden olsa gerek, öfkeleri kısa zamanda biraz geçmişti. şimdi hepsinde öfkeden ziyade korku görüyordum. ve herkes kendi arasında, faltaşı gibi açılmış gözleriyle bir şeyler konuşup duruyordu. ben en öndeydim. kimseyle konuşmuyor, böylelikle takdiri onlara bırakıyordum. biraz yürüdükten sonra yolun ilerisinden başka bir kalabalığın sesleri gelmeye başladı. muhtemelen olay yerinde başka bir kalabalık daha vardı. tepki göstermeden sessizce yürümeye devam ettim kalabalığın önünde.

o korkunç siyah şeyi son kez gördüğüm yere oldukça yaklaşmıştık. ilerdeki kalabalık artık görülüyordu. beni gördüklerinde harekete geçtiler ve ilerdeki kalabalığın çoğu bize doğru koşmaya başladı. bana hak vermiş olmalılar ki arkamdaki grup ta ileri atıldı ve bize doğru koşanları durdurup sakinleştirmek için önümde bir set oluşturdu. olanları izliyordum. kargaşayı. bana saldıranları ve beni koruyanları. tam bir kargaşanın içindeydim. bir oraya bir buraya savrulup duruyordum. benim anlattıklarımın aynısını anlatıyorlardı saldıranlara, benim bu olanlarda hiç bir suçumun olmadığını, tam tersi babam için elimden geleni yaptığımı söylüyorlardı. artık herkes bu kargaşanın içine girmişti. o hengamenin içinde birden aklıma bir şey geldi. kimsenin bilmemesi, görmemesi gereken bir sır. itişip kakışan kalabalığın arasından sıyrılıp ileri doğru koştum. babamın bir kavak ağacının dibinde yatan ölüsünün yanına...

beni farkeden kalabalık buraya doğru gelmeye başlamıştı ve ben babamın ölüsünün etrafında bastonunu arıyordum. bir kaç saniye sonra bastonu ağacın arka tarafına dayanmış bir şekilde buldum ve kaptığım gibi ucundaki işlemeli tahta parçayı çıkarmaya çalıştım. külüstür, ahşap bastonun uc parçası beni fazla uğraştırmadan çıktı. bastonu aldığım yere tekrar dayadım. parçaya baktım, ve bana gelen kalabalığa. neredeyse gelmişlerdi ve hala söyleniyor, konuşuyorlardı. babama baktım, zavallı babama. dün gece yaşadığı dehşet ölü suratından hala gitmemişti. onu bu kadar korkutan o şeyi düşündüm. cebimde duruyordu. bastonun ucu. ahşap üzerindeki işleme. siyah, uzun ve ince, insanımsı bir figürdü. hayret dün gece bizi bu denli korkutan şeyin tıpatıp aynısıydı!

kalabalık yanıma geldi. babamın birazdan kaldırılacak ölüsünün başında onlara dün gece olanlar
ı tekrar, uzun uzun anlattım. tıpkı size anlattığım gibi. ve inanıp inanmamak artık onların elinde..
 
03:53 - 14 Ağustos 2005
çimlere basamamak üzerine
dünya tarihi üzerinde ilk "çimlere basmak yasaktır" tabelasını diken ve bunu insanlara yediren adamı çok merak ediyorum ben. kendisinde canlandırdığım akıl almaz gaddarlık ve ikna kabiliyetiyle daha görmeden beni etkiledi bile zaten bu adam. büyük bir iş başarmış, takdir ediyorum. o yarım metrekarelik tabelayı söylene söylene çimlere dikerken aynı zamanda "insanlığını unutma sürecindeki şehir sakinlerine" de çok büyük bir kazık çaktığını düşünmemiştir muhtemelen. ama diktiği o tabela bu süreçte bir milat oldu, miltaşı oldu, adeta gol oldu yağdı. o günden sonra üstünde medeniyetlerin kurulduğu, insanlığın geliştiği o çimler bile lüks oldu, fantazya oldu. şimdi kırk yılda bir griye değil de yeşile bastığımızda tedirgin oluyoruz, birinin aniden çıkıp bizi uyarmasını bekliyoruz sıkkınlıkla. sırf o çimlere bir kaç saat basabilmek için piknikler, barbekü partileri düzenliyoruz.

az biraz geride kalsaydık yaa, böyle de çok ilerde olmadı mı? sıkıldım ben. bilgisayar koltuğuna çim ekesim var. ayaklarım zaten garip bişey oldu, bari kıçımı kurtarayım.
 
16:18 - 07 Ağustos 2005
yar
yakın bir zaman içerisinde insan klonlama işlemleri başlayacak. etik, sosyo-kültürel, metafizik değerler yerle bir olacak. yemek kültürü yok olup besin niyetine küçük kapsüller yutulacak. otomobiller işlevini kaybedip yerlerine kişisel hava taşıtları üretilecek. bazı büyük metropollerde gaz maskeleriyle dolaşmak zorunlu olacak. zaruri kaynak yetersizliğinden insanoğlu yavaş yavaştan fezaya doğru yerleşim birimleri inşa edecek. kim bilir, dünya'da kalanlar da son bir dünya savaşı çıkarıp finali yapacak. atom, nükleer ve o zamana kadar icat edilmiş bilimum bomba türevi çatapat gibi insanların üzerinde patlayacak.

biz türkler ise bu uzay çağının ortasında, bu hengamenin tam göbeğinde halen "yar"lı şarkılar yapmaya devam edeceğiz, elimizde mikrofon. ooh.. kaosa inat..