15:44 - 29 Temmuz 2006
hiç bir mazeret göstermeden blogu boşlaması gawain'i artık rahatsız etmeye başlamıştı
bilmiyorum farkında mısınız ama şopar aeternus tatilde gibi. yaz sıcağında kendine hayrı yok, köşedeki minderle bütünleşmiş sinsice, bir kene gibi bekliyor sanki. belki tek tük postlar olabilir, ama "loser havaları" gelene dek, blogun hava sıcaklığı ne bileyim yirmi beş derecenin aşağısına düşene kadar buralara gelmeseniz de pek bir şey kaybetmezsiniz. sırf blogun devamlılığı sağlansın diye istemeye istemeye dashboard'u açıp saçmalamaya gönlüm el vermez çünkü. ben yaz sıcağının altında saatlerce oturabilirim. ben sıcakta saatlerce üstümde pijamayla uyuyabilirim. ben sıcakta on iki kiloluk çantamla kilometrelerce mesafe kat edebilirim. ama iş bilgisayarın başında bir yazı için bir saat ter dökmeye gelince hemen kaytarırım. "ya bırak şimdi onu!" kaypaklığında kendimi daha yazlıkçı aksiyonlara kaptırırım. hiç bir şey yapmasam geçerim ps'min başına, ardımdan gelen chillout ritimleriyle beraber yeşil sahalarda master league'e akarım. transfer dönemini kollarım. gol olup yağarım. önümdeki maçlara bakarım. hocam nerde istiyorsa orda oynarım. ne bileyim.

temmuz'da hakkını veremedim belki ama eylül gibi seni daha bir aktif yormak dileğiyle. kendine iyi bak blogum. seviyorum seni. öptüm kabuğundan.
 
04:53 - 15 Temmuz 2006
çın!
oğlum sen beni delirteceksin. pul biberi sebil serpen elinin ayarı da yok ki! isot isteyen adamın dürümüne bir avuç pul biber koymak niyedir? canımdan bezdireceksin!

dükkan önündeki müşteri ikinci ısırıkta feryat figan ayrana sarılıp çemkirince dürümcü raif usta da yeni aldığı çırağını -yazarın modifiye ettiği bir aksanla- böyle azarlıyordu. aslında adamın yanında çalıştırdıkları da hısım akrabadan başkası değildi. beş kişinin anca sığabileceği bu basık dükkan köylerinin istanbul'daki kalesi olmuştu. ama iş hukuku eş, dost, akraba gözetmezdi. gözetmemeliydi.

mahmut paşa efendi'nin vaktiyle katledildiği noktaya kondurulan temsili türbenin etrafında mayışık kediler gibi çöreklenip dinlenen eminönü müşterisinin göz hapsinde, -ki en nefret ettiği şey buydu onun: izlenmek- caminin geniş avlusunda ayak yoluna doğru ilerlerken saatine bir daha baktı çırak: dört olmuştu. bu saatler, mahmutpaşa, tahtakale, sultanhamam, kapalı çarşı, nuruosmaniye, mercan, çemberlitaş, beyazıt, gedikpaşa, kısacası tüm eminönü esnafı için huzur vakitleriydi desek abartmış olmayız. çünkü kuru kalabalığın ayağına kara sular dörtten sonra yol alırdı. çünkü dükkan önüne kurulan sehpaların üstünde şakırdayan tavla taşı sesleri bu saatten sonra duyulmaya başlanırdı. çünkü bir iki saat sonra kepengi indirip vapur rüzgarını arkaya alarak evinin yolunu tutacak olmanın verdiği rahatlıkla çaylar, tatlılar hep bu saatte gırtlaklara dolardı. işten kaytarma lüksü de çömezler için saat dörtten sonra beliriyordu aslında. kısacası saat dört ve sonrası yorgun nüfus için oldukça iyiydi. eski istanbul'un nemli kokusu buraların helalarında bile hissedilirdi. kirli mermer üzerinde çıplak ayaklarına taktığı takunyaların tok sesinden mest olan, hacı hoca takımından bir bakanı edeni vardı mahmutpaşa cami helasının da. kırçıllı sakalından ne akardı bilinmez. ama hürmet, nur falan olmadığı kesindi. elli bin lirasını verdikten sonra önüne dönüp muhtemelen çok önemli olan işlerine dönerdi yarım metrekarelik alanında. kenef deliğinden her an sıçan çıkabilir korkusuyla çömelinen bu alaturkalıkta bile çok sıkışmışsa rahatlayabilirdi insan. kesif koku molekülleri ağzına burnuna dolar düşüncesiyle derin bir nefes almaktan bile çekiniyordu ama çırak. yan kabinde kaçak sigaracı eyüp abi esrar tüttürüyordu yine muhtemelen. köşeden gelen ritmik kemer tokası sesi.. yeni ergenlerden biri de laleli'den yürüttüğü bir iç çamaşırı kataloğuyla masturbasyon yapıyordu belki, kimbilir. mekanın hali hazırdaki kokusu, şanlı osmanlı tarihi, def-i hacet sirkülasyonu, yapış yapış sıcak duman derken girene gerçekliğini kaybettirecek bir duyu yoğunluğuna kavuşmuştu mekan. iş bitirildi. nihayet ayağa kalkılıp kapının sürgüsü açıldı. çırak lavaboya ilerlerken eyüp abi'nin sakallıya vermeye çalıştığı bozuk paralar çamurlu mermere saçılıp sesleri tüm helaya yayıldı: çınn! umumi sabunla mümkün olduğunca az muhattap olarak eller üstün körü yıkandı. camiden çıktı çırak. yeşildirek'e, cağaloğlu'na, ne bileyim çemberlitaş'a falan yürüdü durdu. saat dördü yirmi geçiyordu. on sekiz ayrı köşeden birden kulaklara dolan ezan sesi racona uygun, kanonize okunuyordu. kırık dökük tezgahında çikita muz satanlar vardı buralarda. buzlu badem, midye dolma, tuzlu hıyar, ibrikte vişne suyu.. herkes bir şekilde yolunu buluyordu ne de olsa eminönü'nde.

ekmek teknesine kürkçü dükkanı misali geri dönüldüğünde bitişik dükkandaki dürümcü raif -yazarın modifiye ettiği bir aksanla- çıraklarıyla uğraşıyordu halen:

çift lavaş isteniyorsa çift lavaştır. tek isteniyorsa tek. tek lavaş isteyen adama üç lavaş sarmak nedir?

saat dört buçuk. yarım saat sonra inmeye başlayacaktı kepenkler. ve herkes evine gittiğinde sokaklarda hırsızlar, fareler, civar hanlarda sığıntı hayatı süren sefiller dolaşacaktı. eminönü'nde gündüzleri milyonlar, geceleri ise sadece yüzler olurdu. yine de seviyordu çırak burayı. hele bu saatlerde bir esnaf yamağı sevinçli olmasın da ne yapsındı? bu ruhaniyetin etkisiyle hoş beş edildi gelen son müşteri kazıntılarıyla. güle oynaya üç beş perakende bir şey satıldı. ama aksilik bu ya, bozuk paralar elden ele geçerken bir kısmı aşağısını boyladı. fayansa düşen metal sesi: çın! yetmedi, hızlarını alamayıp kapıdan çıktığı gibi caminin avlusuna doğru yuvarlananlar oldu. çırak bir hışımla fırladı yerinden paraları yakalamak için. çın çın çınn! yokuş aşağı döndü durdu paralar ve nihayet mahmutpaşa türbesinin önünde yorulup durdular. çırak eğilip paraları toplarken yarım saat önceki gibi göz hapsinde olduğunun farkında değildi elbet. kafasını kaldırdı şaşkın. insanlar gitmiş, yerine bir sürü tekir eminönü kedisi türbe etrafına kurulmuş onu izliyordu. zaman durdu sanki o an. kedilerin gözü parlak çakır, çırak ise izlenmekten perişan.

bak kasalarda ayran bitmiş. tazelesenize oğlum!?

beş metre berideki dürümcünün azarıyla akmaya başladı yine zaman. dükkana geri dönüldü, müşteri gitmişti bile. aksiyon da bitmişti. az sonra hesap kontrol edilip, şalter söndürülüp kepenk kapanacaktı. dalgalı gri teneke zemine değdirilip her halkasına kilit vurulacaktı: çın! çın! çın! çın! tam dört çın! sesinden sonra evine gidebilecekti çırak. bu da öylesine sıradan bir gündü işte. yarın hatırlanmayacak diğer yüzlerce gün gibi. ya da her akşam kepenke vurulan dört asma kilidin binlerce çın! sesi gibi.
 
16:56 - 11 Temmuz 2006
nöroloji, midem ve ışın kılıcı
hastane kokusundan oldum olası tiksinmişimdir. midemi bulandırır. mezarlıklardan daha çok moralimi bozar hastaneler. ziyaret saatini kaçırdığımız için kapıdaki devlet memurundan içeri girmek için yalvar yakar izin almaya çalışırken etrafıma bu yüzden bakmamaya çalışıyordum. çünkü ne zaman başımı kaldırsam ya elinde serumla dolaşan bir ayağı çukurda hastalar, ya da suratındaki durgunlukları bakanı rahatsız eden hasta yakınları görüyordum. aslında kimse ne olumlu ne de olumsuz bir duygu gösteriyordu burada, herkes yalandan bir kadercilik oyunu oynayıp gıkını çıkarmadan sonunu bekliyor gibiydi. hastanelerden bu yüzden tiksiniyordum. hayatın dışında, kopuk ve ölü toprağıyla örtülmüş saçmasapan bir yerdeydim. zaten iki gram olan enerjim de balon gibi sönmüş, mekanın ruhaniyetine ister istemez uyuvermiştim. bu durgunluğum odaya girince de devam etti. karşımdaki yatakta, kafası kazınmış ve derisi çekilmiş bir şekilde acınacak halde duruyordu işte çocukluğumun önemli bir parçası. farkettirmemeye çalışsa da bize bakarken utanç duyuyordu. ben buna nasıl tahammül edebilirdim? ya da ona nasıl teselli verebilirdim? hiç bir fikrim ve daha da kötüsü hevesim yoktu. formalite icabı üç dört kalıp cümle döküldü ağzımdan. eğilip yanaklarını öptüm. bu bana her zaman olur. karşımda sağlığını yitirmiş biri olduğunda kendi sağlığım yüzünden utanırım. aç birinin gözü önünde yemek yemek gibi. ya da yatay ve dikey olmanın arasındaki uçurum. bu yüzden utancımdan gözlerimi kaçırıyordum. biz vedalaşıp kapıya yönelirken hıçkırıklara boğuldu arkamızdan. belki de ölümün idrakı ameliyatlı beynine yeni yeni oturuyordu. duymamazlıktan geldik. rol yaptık. utandım. hastanenin kokusu giderek ağırlaştı. neredeyse burnuma akan o yoğun kokuyu gözlerimle görecektim. kendimi dışarı zor attım. midem bulanıyordu.

ben dün akşam durup dururken hasta oldum. önce boğazım şişip sertleşti, sonra bir kırgınlık çöktü, en son da üşümeye başlayıp temmuz'un ortasında battaniyenin altına girdim. bilgisayar başında titreyip hastalandığımdan emin olduğum zaman the curse of monkey island'ı da nostalji olsun diye bir kez daha bitirmiştim nihayet. adventure ruhumu epey bir kaybetmişim, neredeyse ezbere bildiğim oyunu 6 saatte bitirebilmiştim. gerçi tüm diyalog varyasyonlarını bilhassa deneyip şu ana dek şahit olmadığım onlarca esprisini keşfetmiştim oyunun. uzun sürmesinin sebebi buydu. kendimi güç bela yatağa atarken zor bir gecenin beni beklediğini biliyordum. hastane, yolculuk, monkey island derken uyuduğumu görür görmez bilinçaltımdan kopup gelecek yığınla şey birikmişti kafamda. bu karmaşa, hastalanmakta olan vücudumla birleşince muhtemelen gecemi mahvetmek için yeterli saçmalığı sağlayacak raddeye gelecekti. ki haksız da çıkmadım. tüm gece boyunca ateş sakallı lechuck'ın beni hastane koridorlarında kovalamasından tutun da dün başında hüzne boğulduğum hasta yatağında elaine'in altına dönüşmüş halini görmeme dek pek çok anlamsız rüya gördüm. dahası yarım saat arayla uyanıyordum hep, hayaller gerçekler birbirine karıştı. üstümdeki battaniye ve değişip duran vücut ısım işin tuzu biberi oldu. dün gece çok kötüydü.

kahvaltı sonrası sigarasını zar zor içtikten sonra tylol hot için suyun kaynamasını bekliyordum. hastaneyi aradım, annemin dediğine göre yine aynısı olmuştu. ilk beyin ameliyatı sonrası bir günlüğüne bilincini kaybedip tam anlamıyla saçmalamıştı adamcağız. kendisini evde zannetmeler, kızlarına küfür yağdırmalar, kahkahalar içinde çırıl çıplak soyunmaya çalışmalar. ameliyatın kendisi değil, sonraki ilk günü çok zor geçiyor bu yüzden. ve ikinci ameliyat sonrası yine aynı durum. bu sefer daha melankolik, hıçkıra hıçkıra ağladığını duyabiliyordum telefondan. ahizenin deliklerinden çıkan hastane kokusu etrafıma yayıldı. midem bulandı. yine bir iki kalıp cümle sonrası telefonu kapattım. bu sıcakta tylol hot hiç çekilmiyordu, ama azim edip dudaklarımı kupaya yapıştırdım. limon gibi değil bu tür tozlar, medikal bir tadları var. hastane gibiler. içtikçe daha çok midem bulandı bu yüzden. bilgisayarın başına oturup the curse of monkey island'la ilgili daha önce keşfetmediğim hintlere bakarken öyle bir şeye rastgeldim ki ne midemin bulantısı kaldı ne de başka bir şey. şimdi detaya girmeyeyim, ama oyunun bir bölümünde shift+J kombinasyonunu kullanarak kılıç seslerini lightsaber efektine dönüştürmek mümkündü. hemen denedim, işe yaradı. ah lucas arts! ah seni şakacı. ah seni oyunbaz.. ne denirdi ki şimdi buna? bir an için her şeyi unutmuştum. suratımdaki aptal gülümse uzun bir süre öylece kaldı. derken midemden gurultular geldi, bir volkan gibi içimde sıcak bir şey boğazıma doğru yükseldi. klozete koştum. banyoda öğürürken artık duygu çalkalantılarım da hat safhaya ulaşmıştı. her şey karıştı. üzgünüm. şaşkınım. bezginim. mutluyum. hastayım. utanıyorum. nasılsın denince cevap veremiyorum bugünlerde..