04:53 - 15 Temmuz 2006
çın!
oğlum sen beni delirteceksin. pul biberi sebil serpen elinin ayarı da yok ki! isot isteyen adamın dürümüne bir avuç pul biber koymak niyedir? canımdan bezdireceksin!

dükkan önündeki müşteri ikinci ısırıkta feryat figan ayrana sarılıp çemkirince dürümcü raif usta da yeni aldığı çırağını -yazarın modifiye ettiği bir aksanla- böyle azarlıyordu. aslında adamın yanında çalıştırdıkları da hısım akrabadan başkası değildi. beş kişinin anca sığabileceği bu basık dükkan köylerinin istanbul'daki kalesi olmuştu. ama iş hukuku eş, dost, akraba gözetmezdi. gözetmemeliydi.

mahmut paşa efendi'nin vaktiyle katledildiği noktaya kondurulan temsili türbenin etrafında mayışık kediler gibi çöreklenip dinlenen eminönü müşterisinin göz hapsinde, -ki en nefret ettiği şey buydu onun: izlenmek- caminin geniş avlusunda ayak yoluna doğru ilerlerken saatine bir daha baktı çırak: dört olmuştu. bu saatler, mahmutpaşa, tahtakale, sultanhamam, kapalı çarşı, nuruosmaniye, mercan, çemberlitaş, beyazıt, gedikpaşa, kısacası tüm eminönü esnafı için huzur vakitleriydi desek abartmış olmayız. çünkü kuru kalabalığın ayağına kara sular dörtten sonra yol alırdı. çünkü dükkan önüne kurulan sehpaların üstünde şakırdayan tavla taşı sesleri bu saatten sonra duyulmaya başlanırdı. çünkü bir iki saat sonra kepengi indirip vapur rüzgarını arkaya alarak evinin yolunu tutacak olmanın verdiği rahatlıkla çaylar, tatlılar hep bu saatte gırtlaklara dolardı. işten kaytarma lüksü de çömezler için saat dörtten sonra beliriyordu aslında. kısacası saat dört ve sonrası yorgun nüfus için oldukça iyiydi. eski istanbul'un nemli kokusu buraların helalarında bile hissedilirdi. kirli mermer üzerinde çıplak ayaklarına taktığı takunyaların tok sesinden mest olan, hacı hoca takımından bir bakanı edeni vardı mahmutpaşa cami helasının da. kırçıllı sakalından ne akardı bilinmez. ama hürmet, nur falan olmadığı kesindi. elli bin lirasını verdikten sonra önüne dönüp muhtemelen çok önemli olan işlerine dönerdi yarım metrekarelik alanında. kenef deliğinden her an sıçan çıkabilir korkusuyla çömelinen bu alaturkalıkta bile çok sıkışmışsa rahatlayabilirdi insan. kesif koku molekülleri ağzına burnuna dolar düşüncesiyle derin bir nefes almaktan bile çekiniyordu ama çırak. yan kabinde kaçak sigaracı eyüp abi esrar tüttürüyordu yine muhtemelen. köşeden gelen ritmik kemer tokası sesi.. yeni ergenlerden biri de laleli'den yürüttüğü bir iç çamaşırı kataloğuyla masturbasyon yapıyordu belki, kimbilir. mekanın hali hazırdaki kokusu, şanlı osmanlı tarihi, def-i hacet sirkülasyonu, yapış yapış sıcak duman derken girene gerçekliğini kaybettirecek bir duyu yoğunluğuna kavuşmuştu mekan. iş bitirildi. nihayet ayağa kalkılıp kapının sürgüsü açıldı. çırak lavaboya ilerlerken eyüp abi'nin sakallıya vermeye çalıştığı bozuk paralar çamurlu mermere saçılıp sesleri tüm helaya yayıldı: çınn! umumi sabunla mümkün olduğunca az muhattap olarak eller üstün körü yıkandı. camiden çıktı çırak. yeşildirek'e, cağaloğlu'na, ne bileyim çemberlitaş'a falan yürüdü durdu. saat dördü yirmi geçiyordu. on sekiz ayrı köşeden birden kulaklara dolan ezan sesi racona uygun, kanonize okunuyordu. kırık dökük tezgahında çikita muz satanlar vardı buralarda. buzlu badem, midye dolma, tuzlu hıyar, ibrikte vişne suyu.. herkes bir şekilde yolunu buluyordu ne de olsa eminönü'nde.

ekmek teknesine kürkçü dükkanı misali geri dönüldüğünde bitişik dükkandaki dürümcü raif -yazarın modifiye ettiği bir aksanla- çıraklarıyla uğraşıyordu halen:

çift lavaş isteniyorsa çift lavaştır. tek isteniyorsa tek. tek lavaş isteyen adama üç lavaş sarmak nedir?

saat dört buçuk. yarım saat sonra inmeye başlayacaktı kepenkler. ve herkes evine gittiğinde sokaklarda hırsızlar, fareler, civar hanlarda sığıntı hayatı süren sefiller dolaşacaktı. eminönü'nde gündüzleri milyonlar, geceleri ise sadece yüzler olurdu. yine de seviyordu çırak burayı. hele bu saatlerde bir esnaf yamağı sevinçli olmasın da ne yapsındı? bu ruhaniyetin etkisiyle hoş beş edildi gelen son müşteri kazıntılarıyla. güle oynaya üç beş perakende bir şey satıldı. ama aksilik bu ya, bozuk paralar elden ele geçerken bir kısmı aşağısını boyladı. fayansa düşen metal sesi: çın! yetmedi, hızlarını alamayıp kapıdan çıktığı gibi caminin avlusuna doğru yuvarlananlar oldu. çırak bir hışımla fırladı yerinden paraları yakalamak için. çın çın çınn! yokuş aşağı döndü durdu paralar ve nihayet mahmutpaşa türbesinin önünde yorulup durdular. çırak eğilip paraları toplarken yarım saat önceki gibi göz hapsinde olduğunun farkında değildi elbet. kafasını kaldırdı şaşkın. insanlar gitmiş, yerine bir sürü tekir eminönü kedisi türbe etrafına kurulmuş onu izliyordu. zaman durdu sanki o an. kedilerin gözü parlak çakır, çırak ise izlenmekten perişan.

bak kasalarda ayran bitmiş. tazelesenize oğlum!?

beş metre berideki dürümcünün azarıyla akmaya başladı yine zaman. dükkana geri dönüldü, müşteri gitmişti bile. aksiyon da bitmişti. az sonra hesap kontrol edilip, şalter söndürülüp kepenk kapanacaktı. dalgalı gri teneke zemine değdirilip her halkasına kilit vurulacaktı: çın! çın! çın! çın! tam dört çın! sesinden sonra evine gidebilecekti çırak. bu da öylesine sıradan bir gündü işte. yarın hatırlanmayacak diğer yüzlerce gün gibi. ya da her akşam kepenke vurulan dört asma kilidin binlerce çın! sesi gibi.
 
geven yazdı
yazı linki -


2 yorum:


  • 12:17 ÖS, Temmuz 15, 2006 - Blogger Ç.

    bu yeşildirek'te harika bir dürümcü vardı. o geldi benim aklıma. gidip yesek mi?

    ben aç bir insanım, bana böyle yemekli edebiyat yapma. dürüm denildi mi konsantre olamıyorum yazıya.

     
  • 6:51 ÖS, Temmuz 15, 2006 - Blogger rene gallimard

    güzel olmuş..

    ama bu şu gerçeği değiştirmez.. iradesizsin.. bir saat yaa.. bir saat..

    elalemin dürümcüsünü hayal ediceğine çık spor yap..