23:59 - 29 Ekim 2005
h.a.z
"mutluluk zevk ve hazdan meydana gelir. insan için evrendeki her şey birer haz objesidir."

şimdi ben de misal yoğun soğuk algınlığıma, baş ağrılarıma, kapalı burun deliklerime ve şişmiş bir boğaza rağmen 5 derecelik bu havada camı sonuna kadar açmış sigara-çay keyfi yapıyorum. hasta oldum diye bu zevkten kendimi mahrum bırakmam aptalca geliyor çünkü. üstteki alıntı da epikür'e aittir. epikür de grip olduğunda sigara içerdi zaten.


hedonizm, çağımızdaki pek marjinal ve asi gençlerin "ye, iç, seviş" düsturuna oturtulmaya çalışılan gariban bir düşünce biçimi ne yazık ki. benim (ve eminim epikür'ün de) "hazcılık" anlayışının yanında pek esamesi okunmaz bu üç eylemin. bunlar zaten insan denen canlı türünün zoraki ihtiyaçları diğer tüm hayvanlar gibi. içgüdüsel ve fiziksel bir ihtiyacı gidermek üzere gerçekleştirilen bir eylemden alınan haz kısıtlıdır. mühim olan "yapmazsan nolucak canım ölür müsün?" denilen ufak hazların yüceliğinde, kaçınılmazlığında. gün içinde ne kadar kötü şeyler yaşansa dahi gece ulaşılan evin huzuru. bilgisayar başında içilen bir sigara, kullanılan bir ocb. earl grey. su. evet su içmek. saçlarımla oynamak. ya da sadece oturmak. oturup bir şeye bakmak, izlemek te mühim değil. rahat bir pozisyonda nefes alıp vermek. bakılan kadrajdaki renkleri görmek. yaşadığını hissetmek. hazlara ulaşabilmenin mutluluğunu genel bir mutluluğa taşıyabilmek. mutluluktan kasıt ta farklı burda. "ay çok mutluyum öpücem" cıvıklığı değil. daha dingin ve daha olgun bir mutluluk.

akvaryuma bakarken kendi sınırlarını çizdiğin bir dünyaya koyuverdiğin balıkların canlı olduklarını görmek. bu daha çok tanrısal bir haz mesela. üstün olma hazzı. bir şeylere yaşam verme hazzı. üç tane balıktan ibaret olsa da doğayı kendi odana hapsedebilme hazzı. doğanın kendisinden korkarım ben zaten, kendi ölçütlerim içinde daha güzeller. hiç estetik ve etik değil ama kesinlikle haz verici. bu yüzden.

hayatın küçük detaylarından mutlu olmak gibi klişe bir amelie'cilik oynamak istemiyorum burda. yaşadığım hazları küçük detaylar olarak görmüyorum çünkü. "evrenreki her obje", epikür'ün dediği gibi. evrenin kendisi aslında. evrende var olmaktan mutlu olma. bir mavi-yeşil algler, bir kafadan bacaklı, bir hamam böceği olarak değil, insan olarak kainatta yerini alma. ve beş duyumuzun el verdiği müddetçe yaşanabilecek her türlü dingin, çiğ olmayan zevki emebilme fırsatı. diyeceğim odur ki hazdan korkmayalım efendim, ona değer verelim, onu bir taviz verme lüksünde görmeyelim. hazdan kaçanlar, korkanlar da zaten pis plazma insanlarıdır. hiç sevmem.

ps: google'dan hedonism görüntülerini aratınca böyle bikinili kızlarla çılgın atan yarmalar, havuzlu mavuzlu lüks residanslar, pahalı içki şişeleri falan çıkıyor. onlar da güzel bak.
 
01:05 - 28 Ekim 2005
anket gibi
blog camiasında ebeleyip kaçma, başa silah dayayıp anket doldurtma fasiliteleri sürüyor. ç hanım sağolsun bu zincire beni de dahil etmiş. kısa bir anket doldurayım şimdi.

en son okuduğum kitap

bendeniz henüz "istediğini alıp okuyacak vakte" sahip olamadığım için, (malum, okul bitirme telaşı) yine zoraki, bin bir nazla bir kitap okudum en son. a.s. byatt hanımın kitabı the djinn in the nightingale's eye. (türkçe'ye çeşm-i bülbülün içindeki cin olarak çevrilmiş) içiçe geçmiş öykülerin bulunduğu güzel bir kitap. türkleri oryantalizmden uzak bir tavırla işlemiş, byatt zaten cevat çapan'ın kankasıymış. bunun gibi şeyler..

kaç kitabım var?

saymaya gerek duymadım hiç. ama şu anda 150 civarı kitabım var sanırım. liseden önceki kitaplarım nerede bilmiyorum, dağıldı gitti. bir de eşte dostta bulunan 20 gibi kitabım var. kitaplarını namusu belleyen insan sıfatına uygunum galiba, içim acıyo bu yüzden. arkadaşlar lütfen kitaplarımı getirin. deli etmeyin beni.

en son aldığım kitap

tracy chevalier'ın romanı inci küpeli kız en son aldığım kitaptır. bir kaç güne kadar başlayacağım okumaya. yine benim isteğimle değil ama olsun. merak ettiğim bir kitaptı ne zamandır. filmi de var galiba bunun.

en çok etkilendiğim 4 kitap

scott fitzgerald - the great gasby beni kendisine hayran bırakmış bir kitaptır. hem orijinaliyle hem de can yücel çevirisi (muhteşem gatsby) tadından yenmez. sonra william golding'in sineklerin tanrısı vardır. stephen king takıntılı lise yıllarımdan kalma hayvan mezarlığı hayranlığım var ki bir, sormayın gitsin. kitabıyla, filmiyle yatıp kalkıyordum bir süre. dördüncü hakkımı da bram stoker's dracula'dan yana kullanayım. evet korkuyu seven biriyim.


ebelemek?

ebeleyecek kimsem bile yok, öyle yalnızım ki.. anketi benden başka doldurmayan kalmamış zaten. isteyen gelsin ebeletsin kendini diyeyim. esen kalın.
 
03:45 - 24 Ekim 2005
kutular
günün beşinci çayını kupadan yudumlarken kutulara uzun süredir bakmadığımı farkettim. bazen ne kadar bencil ve unutkan olduğumu düşündüm, nefret ettim kendimden bu yüzden. kesinlikle öyle biriyim ben. vakti zamanında inanılmaz güzel zamanlar geçirdiğim insanları bir süre sonra kolilere doldurup öylece bodrumun bir köşesine atıveriyorum. kimisi kolilerde aç ve susuz kalıyor, perişan halde sessizce ölüyor. kimisi bağırıp çağırıyor çıkarmam için. bazı geceler bu sesler dayanılmaz hale geliyor, apartman insan çığlıklarıyla yankılanıyor. kendimi uyuşturup mayışma süresine giriyorum bu sefer de. ayıldığımda sessizlik oluyor hep, sızmış ve susmuş oluyorlar. insanları kutulara doldurup onları ölüme terkediyorum. ve bu barbarlığım beni biraz olsun üzmüyor bile. en fazla bir nefret uyanıyor, o da kendime zaten. üstteki header'a mouseunuzu tutun. yazıyor zaten orda da..

bu karton kutular kimi zaman rüyalarıma giriyor. çıkmayı başaranlar üzerime çullanıyor. ama bundan da kurtulmanın yolunu buldum. bazen rüyalarımda o an rüyada olduğumu anlayabiliyorum. gerçi kontrol edemiyorum ama gördüklerimin gerçek olmadığını bilmek rahatlatıyor epey. öyle ki derdi tasayı bir kenara bırakıp film izler gibi seyre dalıyorum.

kutularda insanlar bana sabah akşam küfür ediyor, çıkmayı başarırlarsa beni öldürmeye ant içiyor. bense beni bu kutuya koyanı bilmiyorum bile. küfür edicek ya da kin besleyecek kimsem yok. bir sabah kendimi bulduğum bu kutuda ben de bulduklarımı daha ufak kutulara koyuyorum. ve muhtemelen onların da onlarca daha ufak kutuları ve içlerinde gizledikleri onlarca insan var. bir matruşkadayız aslında, ama idrak edene kadar çoktan toprakta mineral olarak görevimizi alıyoruz metamorfozlaşıp. ordan bir çiçeğin bedenine yürüyoruz sonra. o çiçeğe bir arı konuyor bizi emmek için. o arı da belki annemiz, belki vaktiyle seviştiklerimizden biri, belki lisedeki beden hocası..

günün altıncı çayını içiyorum şimdi sigarayla. bitsin yatıcam.
 
16:47 - 20 Ekim 2005
ıpıslak, çırılçıplak ve hatta yapayalnız
bir internet sitesi kendi aklınca "tüm zamanların en korkunç 100 film sahnesi"ni seçmiş bir güzel. şöyle ondan yukarı çıka çıka bekledim sabırla birinciyi öğrenmeyi. muradıma da erdim.

soldaki görüntüyü sanırım çoğumuz tanıyoruz. işte birinci! norman bates abimizin perdenin ardından kurbanına usulca yanaştığı meşhur psycho sahnesi. bu görüntüden bir kaç saniye sonra şüphe yok ki o perde açılacak, norman bıçağını kadına hunharca saplamaya başlayacak ve film siyah beyaz olmasına rağmen duş deliğinden akan oluk oluk sıvının su değil kan olduğunu göreceğiz. ahh norman ah.. yapacağını yapacaksın yani yine. oedipus kompeksli hasta insan seni..

psycho'nun duş sahnesi çoğu insan için "ayy bu mu korkunç?" hafifliğinde olabilir. ama bence esas olan budur, hitchcock'un yarattığı bu cinayet sahnesi insanoğlunun en hassas noktasına da bir bıçak saplayıverip kaçar. çünkü sahne duşta geçmektedir. yani insanın yaşamında "ıslak", "çırılçıplak" ve "yalnız" olduğu iki yerden birinde. (diğeri anne rahmi tabi a şaşkınlar) kendinizi olabilecek en korunmasız ve aciz biçimde nasıl tasvir edersiniz bilmiyorum ama benim tasvirim her zaman saçlarım şampuanlı, gözlerim kapalı bir biçimde duş ahizesini ararkenki anım olmuştur. sanki paramparça olmayı, katledilmeyi hakeden bir an gibidir duş almak bana göre. deprem olmasından, elektriklerin gitmesinden, ya da sadece gözleri kapamaktan bile en çok korkulan yer de banyo mesela bu yüzden.

ve bir film çıkıyor, bu hepimizin yaşadığı gergin duş dakikalarını korku dünyasına bir cinayetle katıveriyor. bu mu korkunç değil şimdi?
 
01:31 - 11 Ekim 2005
öhöh!
charles bukowski'yi sırf milletten geri kalmamak için okuduğum dönemlerde kendisine nazire amaçlı bir şiir de ben döktürüvermiştim. çok ayıp biraz, okuyalım bakalım olmuş mu?



geceden kalma viski şişesinin
kokusuyla uyandım.
keskin..
son kalan yudumu içtim.
sarı sarı tükürdüm lavaboya
sonra christine aradı
eve çağırdım
bir güzel düzüştük
çeşitli yerlerine bir şeyler eject ettim
canım sıkıldı sonra.
christine de gitti zaten küfürlerime dayanamayıp.
ah şu ben, huysuz ihtiyar..
ve yine yalnızım şimdi.
bir viski şişesi ve bir paket sigara daha açtım
yayınevinden george'a yazı yetiştirmem gerekti
aradım, süreyi uzattım.
sonra işedim.
yine canım sıkıldı.
bu sefer marianna'yı çağırdım.
onun da çeşitli yerlerine bir şeyler eject ettim

bastım küfürü gitti o da.
bu sıralar çok sık sevişiyorum
ama yine de
yalniz hissediyorum.
viski kahretsin ki yine bitti.

sarı sarı tükürdüm lavaboya..
george'a.. aheh pardon söylemiştim bunu.

neyse..

şu kate'in ucuz marketine bir uziyim ben.
lan bu öksürük te.. öhöhh..

kahrolsun amerika sokakları! ("nerde bunun mesajı demesinler" eklentisi)

----------

john fante pulp anlamda "iyi"ydi. bukowski ise iyinin ruhsuz seri üretimi oldu bi yerde. fante'den de kat kat daha fazla para kazandı hem. "ayağa düşüren parasını yer" bir nevi..

öhö öhöhh..
lan!!
 
02:21 - 09 Ekim 2005
evdeki huzur, mutluluk budur
usher evi'nin çöküşü öyküsünde e.a. poe'nun karakteri roderick usher'a verdiği bir özellik var. roderick kız kardeşiyle birlikte yıllardır inzivaya çekildiği eski bir malikhanede sessiz sakin yaşıyor. ama bu yaşamaktan biraz farklı. kendisinde "acuteness of the senses" var. "duyu fazlalığı" diyelim biz ona. bu hastalık roderick'i her gün biraz daha söndürerek onun "öz"ünü emiyor. roderick'in duyu organları o kadar hassas ki herşey ona acı veriyor. diğer insanlar için normal desibelde bir ses ona aşırı, malikhanesinde sessizlik kol geziyor bu yüzden. herşey sakince, yavaşça yapılıyor. tadı daha az olan yemeklerle karnını doyuruyor. giydiği kıyafetler bile hafif, üzerinde ağırlık yapmayacağı ipeğimsi şeyler olmak zorunda. tam anlamıyla bir "sönüklük" abidesi yani.

aslında korkutucudan ziyade huzurlu gibi geliyor bana. ben de bu yola baş koydum gidiyorum zaten yardırararaktan. bir de şöyle kelepir bir malikhane bulursam tamamdır.

(hah hemen uç!)
 
01:11 - 03 Ekim 2005
fırça
-hayatın boyunca yapıp yapabildiğin şu yağlı boya resme bir bak! harem sultanı çizeyim derken teletubbyden bozma bir insan müsvettesi oluvermiş. hadi onu geçtim, doktorlara özenip fırçanı, paletini de kadıncağızın göbeğinde unutmuşsundur sen şimdi. yoksa bu güzelim zevce niçin yok yere cumbalı bir eve benzesin ki, değil mi ama? o kadar yanlardan kırpınca, blur verince, renk düzenini ayarlanınca bile anca bu kadar çekici hale gelebiliyor bu resim. bir de neydi senin o lisedeki konservatuvar merakın? sırf ortamı güzel diye istedin zaten, bir de sınavında elma-armut çizdiriyolarmış rivayeti yüzünden, farkındayım. sen en iyisi telefonla konuşurken öylesine not defterine çizdiğin karalamalardan tatmin ol, boyanın tuvalin de yanına uğrama bir daha canım, tamamdır?

-renkleri çok seviyordum, sadece ellerimden dökülüşünü görmek istemiştim. (ağlayarak uzaklaşır.)