03:46 - 12 Haziran 2006
karışık biraz
another nite another love diyor şu anda winamp'ta jay jay johanson ve yazın tüm havasını, tüm serinliğini içimde hissediyorum ben. çok güzel. bildiğin yaz geldi. hatta gittim bugün iki tane t-shirt aldım kendime. gerçi uzun, upuzun sürdü yine. ben bir sene boyunca sadece ya iki ya üç kez üstüm başım için alışverişe çıktığım için kabusa dönüşüyor bu süreç. bir kere, öyle başka bir amaç için caddeden yürürken vitrinde bir giyisiye vurulup girip alan biri değilimdir. alış veriş günleri haricinde vitrinlere bakmam, dikkat etmem. bir şey almak için evden çıkarsam da çok çok saatler sonra dönebilirim. çünkü bir senede topu topu bir çift ayakkabı, bir sweatshirt, iki t-shirt, bir pantolon (ki pantolon iki sene de bir de olabilir) aldığım için az ama öz olmasını istiyorum. giyeceğim şeye adeta aşık olmak istiyorum. evden, kafamda ideal bir ayakkabıyla, hayal ettiim bir t-shirtle falan çıkıyorum. dükkan dükkan geçirdiğim dört saat sonunda aslında öyle bir ayakkabı, öyle bir t-shirt olmadığını anlayıp sonunda sıkılarak aza tamah ediyorum. bu yanılgıya her seferinde kesin düşünüyorum ben. büyük beklentiyle çıkıp kendimi de tezgahtarları da çok yoruyorum. en nihayetindeyse alışveriş yaptığım yer ilk baktığım dükkan olabiliyor. boşu boşuna ekstaradan yirmibeş mağaza gezdiğim için kendime kızıyorum bu sefer de. aldığım şeye lanet okuyorum. bir de ayaklarına kara sular inene dek arayıp sonunda aldığın şeye eve gelip yatağın üzerine atınca yabancılaşma tehlikesi var. bu mudur yani? bunun için mi? tiksiniyorum ben aslında alışveriş dünyasından ve bu bu uğurda yapılan her şeyden. halbuki annem alırdı bana eskiden kıyafetlerimi. çok ta iyi olurdu. artık gönderemiyorum ama onu. "karakterin gelişmez, kendin al kıyafetini." yalanıyla seneler önce kandırdı beni, o gün bugündür de böyle senenin belli dönemleri eziyet çekmek zorundayım.

yaz demişken; ben yazları daha çok uyuyan bir insanımdır. bu yıllar yılı böyle süregelmiştir. ama bu yaz uyuyamıyorum. staj ve okulda dersler bittiği halde, artık haftanın beş günü sabahın yedisinde kalkmak zorunda olmadığım halde sabah beşte yatıp onda onbirde "zank!" diye kalkıveriyorum. tabi bunda son bir kaç aydır süregelen uyku saçmalamalarımın büyük etkisi var. lucid dreaming'e doğru gelişim gösteren rutin karabasanlar, sadece amerikan filmlerinde olur sandığım bir anda gözlerini açıp yatakta doğrulmalar. bunlar da yetmezmiş gibi televizyon izlerken beş saniyeliğine bilincim gidip geri gelebiliyor. en son örneğini arjantin-fildişi sahili maçını izlerken yaşadım bunun. arjantin 2-0 öne geçmişken, fildişi'nin durmak bilmeyen atakları inatla sonuçsuz kalırken kalecilerden biri degaj hazırlığı yapıyor. o sırada yatağa uzanmanın verdiği mayışmışlıkla gözlerim kapanıyor ve kendimi bir dolmuşa yönelirken buluyorum. dolmuşun otomatik kapısı açılıyor, binmek için hamle yaparken ayağım takılıyor ve yere düşüyorum. tam kafamı asfalta çarptığım sırada gözlerimi açıyorum ve ekranda görüyorum ki degajda havalanan top anca yere düşüyor. bu fizik kuralları çerçevesinde en fazla beş saniyelik bir süreçtir olsa olsa. bir insan beş saniyede uykuya dalıp, rüya görüp üstüne bir de uyanabilir mi? bilinç altım, bilinç üstüm, her şey karışmış durumda. fake wake (karabasan) ve lucid dreaming yönünde sahip olduğum deneyimleriyse burda anlatarak iç bayıltmak istemiyorum şimdi. çünkü yaz geldi. çünkü içimiz kararmamalı. çünkü güzel şeylerden bahsetmeliyiz. ama konuyla ilgili özellikle bir şeyi anlatmasam da çatlarım. son zamanlarda yatağa yatmakla uykuya dalmak arasında geçen dakikalarda, yani bilinç yavaş yavaş kaybolup yerini bilinç altının dehlizlerine bıraktığı o geçiş sürecinde aklıma hep çocukluğumla ilgili bizzat yaşanmış sahneler geliyor. film izler gibi izliyorum desem abartmamış olurum. aslında şopar aeternus'ta dikkat ederseniz dün ne yaptığımdan ziyade yıllar öncesini anlatıyorum ben hep. çoğu da çocukluğumla ilgili oluyor. çünkü bu sahneleri istem dışı hatırlıyorum ben. ya rüyalarımda ya da hiç beklemediğim anlarda çağrışarak aklıma geliveriyor bunlar. ben de aklımda tutup burada anlatarak kayıda geçiriyorum. bu yüzden günlük değil bu blog, hiç bir zaman da olamadı. çünkü bu blogun sahibi bugün ya da bir kaç gün evvel yaşadıklarını enteresan bulmadığı için yazmaya gerek te görmedi. bilinç altına ittirilmiş seneler öncesi detaylarının üste çıkmayı başaranların kaydı diyebiliriz burası için. onlar üste çıktıkta ben de onları yazarak mükafatlandırıyorum. gerçek yapıyorum. bir daha geldikleri derinliklere geri dönerken buruk bir hüzün yaşamasınlar diye. arkamdan ağlamasınlar, ahları tutmasın diye. işte bu onura erişenlerden sonuncusu da yine ilkokul yıllarıma ait. dün gece tam uykuya doğru yol alırken aniden aklıma geldi. ben ilk kurgusal yazı girişimlerim ortaokul yıllarıma gelir sanırdım ama o yıllarda da böyle bir girişimim olmuştu. korku edebiyatı geleneğine demek ezelden beri merak duymuşum ki kendi çapımda bir gerilim/korku hikayesi yazmaya girişmiştim. öykü şehrin dışında bir mağarada iki sevgilinin iskelet olmaya yüz tutumuş cesetlerinin polislerce bulunmasıyla başlıyordu. çürümüş iki cesedin sevgili oldukları nasıl anlaşılıyordu orasını hatırlamıyorum gerçi. kesin bir sebep uydurmuşumdur. sonra şehrin dışında bulunan ceset sayısı artıyor, sonunda da cinayetler şehrin göbeğine denk geliyordu. bu tip her öykünün klişesi olarak polis ve devlet çaresizdi. çünkü karşılarında çok yaman bir seri katil vardı. ama bu öykünün en can alıcı noktası, hatırladığıma göre evde cereyan ediyordu. kurbanlardan biri yorgun argın işinden dönüp televizyonu açtığında ekranda, ne yazık ki ne olduğunu hatırlamadığım, garip bir görüntüyle karşılaşıyordu. sonra kanalları değiştiyordu, ama ne mümkün! her kanalda aynı anlamsız görüntü vardı. sonra da ölüm adamcağızı avucuna alıyordu. katil kurbanlarına bir yenisini ekliyordu. ben bu öyküyü harala gürele ders aralarında yazarken daha önceki bir yazımda da bahsettiğim suha isimli arkadaş yanıma gelip bu her kanalda aynı görüntünün olduğu sahneyi okumuş ve "ne yani? belki de turgut özal ulusa sesleniş yapıyordur?" diyivermişti. suha'nın yorumu ve öyküyü bırakmam da aynı ana denk gelmişti. çocuk aklımla suha'nın yorumunu mantıklı bulmuş, "yok ben bu öyküyü toparlayamacağım" diyerek vaz geçmiştim. gerçi televizyonu bir korku unsuru olarak ringu'dan daha önce kullanmış olmam şimdi nedense göğsümü kabarttı. ama işin orasında değilim. suha'ya neden bu kadar kin beslediğimin sebeplerinden biri de bu enstantane ile ortaya çıkmış oldu böylece. adam yazar olmamı engelledi. dünyanın en küçük yaşta yazılmış olacak korku öyküsüne haince çemle taktı. bu da yetmezmiş gibi rolümü çaldı. daha ne yapsın? ben bu adama kin beslemeyeyim de ne yapayım?

ben aslında yazının sadece alışveriş kısmı için oturdum bu bilgisayarın başına. ama nedense laf döndü dolaştı, yine ilkokula ve suha'ya geldi. psikolojiden anlayan birinin bu durumu çözümlemesini istiyorum. nedir bu takıntı? hayatımda son zamanlarda enteresan hiç bir şey olmuyor, bilinçaltımın üst kısımlarıma yeni bir şeyler eklenmediği için altta kalanlar üste çıkıyor, belki de ondandır. esasen çok daralıyorum. tam bir yaz sarhoşluğu yaşıyorum. bu ayın sonuna dek finallerim var. okulu bitirmenin eşiğindeyim. ama evime kapanıp boxerımla koltuğa uzanmak, bira ve cips eşliğinde dünya kupası'nı izlemek istiyorum ben. ertem şener maçları anlattıkça heyecandan ve sıcaktan terlemek istiyorum, sigara dumanı saçıma başıma yapışsın istiyorum. varsın beş saniyeliğine ziplenmiş rüyalar göreyim, varsın yeni aldığım t-shirtüme bira dökeyim. çok ta umrumda. finali brezilya ile hangi ülkenin yapacağı haricinde hiç bir şeyi kafama takasım yok. sınavlar dahil. ve son olarak; o öyküyü belki ilkokul beşe giden önlüklü bir çocuk yazıyordu ama şimdiki holywood gerilim filmlerine baktığımda o kadar amatör gelmedi. en azından televizyon sahnesi iyiydi.
 
geven yazdı
yazı linki -


4 yorum:


  • 2:43 ÖÖ, Haziran 13, 2006 - Blogger oky

    merhaba sevgili blog kardeşim.

    bloguna şans eseri rastladım ve bir oturuşta hepsini okudum. anlattıklarında hep kendimi buluyorum, çok samimi ve içten yazıyorsun. seni çok merak ediyorum, nasıl birisin, neler yaparsın. gerçi anladığım kadarıyla pek bir şey yokmuş ama olsun. artık gün içinde defalarca yeni bir şeyler yazmış mısın diye bloguna bakacağım. iyi günlerrrr :-))))9

    genç ve acemi blogger oky.

     
  • 3:30 ÖÖ, Haziran 13, 2006 - Blogger geven

    sevgili oky, içten yorumların için çok teşekkürler. sen ve senin gibi genç bloggerları teşvik ediyorsam, onlara örnek olabiliyorsam ne mutlu bana. aslında blog dediğimiz şey kişiler arası bir iletişim aracı değildir de nedir? acaba nedir nedir?

    ben de senin bloguna baktım, tokatlı bişey. fena değil, ama daha iyi olabilir. bence pes etme, yazmaya devam et. emin ol günün birinde benim için yaptığın bu yorumu sana da yapacaklar.

    sevgiyle kal.

    always yours. the magnificent, the admirable, the phenomenal expert blogger gawain.

     
  • 1:31 ÖÖ, Haziran 17, 2006 - Blogger damdakipabuc

    belki genç değiliz ama yeniyiz blogger'de efendim. ayrıca teşvik yerine adeta pişman ediyorsunuz yazdıklarınızla geleni ve geçemeyeni :)))

    ee bu kadar başarısız -tanışıyoruz sanki- şakalaklığından sonra hoşbuldum der bizim eve de beklediğimizi içtenlikle iletiriz...

     
  • 1:36 ÖÖ, Haziran 18, 2006 - Blogger geven

    gelelim efendim sizin eve de gelelim..

    yorumlar için çok teşekkür. yok öyle abartılacak bir olay, yazıyoruz işte sıkıntıdan :)