
yine aynı saatte vapurdan karaya atlayıp aynı saatte tramvayı beklemeye başladım. dışarıdaki hayata kapılıp gitmenin en zor kısmı ne yorgunluk ne de başka bir şey. bu rutinlik adamı günden güne un ufak ediyordu. yorgunluk rutinin içinde bir süre sonra kaybolup gidiyordu zaten, yaşamanın farkındalığıyla alakalı olsa gerek. çantamın ağırlığı da bu farkındalık için iki kilodan sekiz kiloya çıkmıştı. disk man, kitaplar, dergiler. bir gün içinde hepsini kullanmasam bile her an erişilebilir olmaları beni mutlu ediyordu. çanta önemliydi o yüzden. dolabının bir bölümünü yanında taşımak zahmetli ama buna değerdi. bunları düşünürken önümde duran metal tam ortadan ikiye yarıldı. tramvay kapısı hesapladığın zaman önüne denk gelmiyor nedense, ne zaman dalgın olsam önümde açılıyor kapı.
dersin başlamasına daha yirmi beş dakika vardı, bu da amfi önünde bir çay iki sigara içebilmek demekti. fakülte kapısının önünde durdum. dört-beş güvenlik görevlisi kolkola vermiş içeri girmeye çalışan bir grubu engellemek için etten duvar örüp canla başla ayakta durmaya çalışıyorlardı. bu manzara günün anlamsızlığına daha da anlamsızlık kattı. ortada bir hengame vardı, ama ne onlar ne de grup ses çıkarıyordu. sadece suskunca birbirlerini itip duran bir insan yığını görmek, hele hele bu saatte görmek çok absürt. sanki temsiliydi her şey. piyesvariydi. rutinin bir parçasıydı. ses çıkarmadan rolünü oynuyordu, görevini yapıyordu herkes. böyle olmamalıydı sanki. bu olmamalıydı.
çay ve sigaradan sonra amfiye girdim. "so" kelimesi ile derse başlayan hocalardan biri vardı yine önümde. bunca yıllık hukukumuz var, bir "merhaba" demek bu kadar zor muydu?
'' so '' ile söze başlayan hocalar :)))) dolu onlardan :)))