sakarya'nın hendek ilçesi, karasu'nun şansına nail olamamış, deniz görememiştir belki ama içinden de bir sürü dere, ırmak akıtmaktan geri kalmamıştır. hemen hemen her kasabanın, her köyün içinden geçen dereler, çaylar, kanallar vardır burda. halkı da bu güzellikten nasiplenmesini bilir. biz de öyle yapardık çocukken. istanbul'un seksen metre karelik kutu kutu evlerinden kurtulup soluğu yaz aylarında hendek'te alınca derhal arkadaş takımımı toplar, olta yapmaya girişirdim. üç dört metre boyunda eğri olmayan ve pürüzsüz bir kavak dalı bulur, bir günümü onu kapı önündeki minderlerde ördek sesleriyle beraber yontmakla geçirirdim. sonra da bakkalın yolunu tutardım. misina takımı almak zordu, çetrefilli bir işti. mantarın mavisi, mantarın kırmızısı, mantarın alacalısı bulacalısı derken bir türlü karar veremezdim hangisini alacağıma. çünkü mantar ilkel bir oltanın odak noktasıydı, en önemli yapı taşıydı. saatlerce bir derenin başına oturmuş, balık beklerken tek izlediğim şey genelde mantarın hareketleri olurdu. çoğunda yarım saatten fazla dururdu kıpırdamadan, yeşil suyun üzerinde öylece beklerdi o da benim gibi. sonra bisikletlere atlayıp o kimselerin olmadığı derelere giderken yılanlar görürdük, kaplumbağalar görürdük. canlı ve kafeslenmemiş erişkin bir yılana bir metre mesafede durabilmiştim ben o yıllarda, pek te korkmamıştım. ama solucana o zaman da tepkim vardı. balık tutmaya giderken herkes taş toprak kazardı solucan avlamak için, bense hep ekmek hamuruyla işimi görürdüm. hatta ıslak toprak üzerinde duran yıllanmış kayaları yerinden oynatamazdım altında solucan vardır diye. şehirliliğim anca bu noktada kendini gösterebilirdi belki.
tutunabildiğim, bırakmadığım ve epey zorladığım belki de tek hobim balık tutmak oldu. olta balıkçılığı. o yüzden kopmadım sonralarında. eşek kadar olup hendek'in yolunu unutunca teselliyi beylerbeyi'nde bulmaya başladım. o zamanın kafa dengi bir arkadaşla 6.5 metrelik birbirinin aynısı olan iki olta takımı aldık bir gün, erzağımızı hazır ettik ve sabahın köründe dandik bir scooterla beylerbeyi'nin yolunu tuttuk. kavak dalıyla durgun suda balık tutmaya benzemiyordu tabi. rüzgarlı bir havada, metrekereye neredeyse bir buçuk insanın düştüğü kalabalık içinde elde 6,5 metrelik bir sırık ve onun misinasını zaptetmek gerçekten büyük bir sorumluluktu. kıyıdan olta sallamaya niyetlenip buraya gelen nice amatörün hevesinin on dakika sürdüğü görülürdü. hafif bir rüzgar, sırım gibi caanım misinalara tuzak kurmuş kalleşçe bekleyen bol budaklı bir ağaç, bir başka amatör ve onun kontrolden çıkmış oltası, ya da önüne bakmadan yürüyen dalgın bir sahil gezgini. olta takımının mundar olması için onlarca sebep barındırırdı burası. o yüzden pür dikkattik. epey bir hafta da zararsız ziyansız gidip geldik beylerbeyi'ne. ama sonra aksilikler oldu. arkadaşla da farklı sebeplerden aramız açılmaya başladı. yine bir gün sabırla oltamı kavramış denize bakarken birden ellerim zangırdadı. oltayı dik tutabilmek için epey çaba harcadım ama nafile, kancaya her ne takılmışsa deli gibi bir sağa bir sola kaçıp benimle oyun oynuyordu. ben de daha fazla dayanamayıp var gücümle çektim oltayı. ince ve hayli uzun bir balığın pulları boyumu da aşıp epey bir yüksekte kamaşıverdi, gözümü aldı. fazla yüklenmiş olmalıyım ki misina üç metre arkamdaki ağacın tepesine kondu ne olduğunu anlamadan. balık ağaca çıktı. zarganaydı bu balığın adı. oltacıların kabusu, olta takımının can düşmanı, içi de aşırı forfordan yemyeşil parlayan şeytani bir balık. takımdan ümidi kesmiştim zaten, ama ağaçta sallanıp duran balığı kancadan kurtarıp denize atmak istiyordum. ama ben hamle yapana kadar o kendi etrafında o kadar çok tur attı ve o kadar çırpındı ki etrafı kancalarla ve misinayla çevrili bir mumyaya dönüştü. zaten onu kurtarabilmek için ağaca çıkmam gerekti, çünkü takım sırıktan çoktan kopmuş, bir başına tepemde öyle sallanıyordu. mecburen öylece izledik beylerbeyi sahil ahalisi olarak dar ağacında sallanan kancalı zargana balığının çırpınışlarını. takım da mahvoldu. ben de arkadaşa soğuk bir görüşürüz diyip evimin yolunu tuttum. hepten koptuk zaten sonra birbirimizden. beylerbeyi'nde gün harcamaksa tek başına çekilmezdi hiç. istanbul'daki balık tutma maceram böylece son buldu.
ben zaten istanbul'da bir sahilde yürümeyeli de çok oldu. hep içerlerdeyim. solucana hala bakamam, doğru. ama artık adının telafuzundan dahi tiksiniyorum. yılan en çok korktuğum hayvan. boğaz artık gözüme daha devasa ve tehlikeli görünüyor. canlı bir balığa dokunmayalı çok oldu. misina ve kancalarıysa artık yüzüme gözüme bulaştırır, bir sırığa takamam artık muhtemelen. bilenler bilir; bir romantikleşeyim, retrospektif takılayım, robinson crusoe'culuk oynayayım diyorum aklıma estikçe. ama bir derede, koca bir boğazda ya da canlı bir yılan karşısında acizlik bakımından bir çocuktan farkım olmaz artık herhalde. çağın ultra-medeni ve cici apartman dairesi insanlarına bir yenisini ekledim kendimi heba edip. işlendim, şekle girdim, fırından yeni çıktım adeta. servise hazırım. buyrun üzerime margarin sürüp yiyin beni hazır sıcakken.
Szölükte de okudum:}