bir arkadaşla eski yılları yad ederken aklıma hayatımda gördüğüm "en iyi sallayan insan" olan ingilizce hocam geliverdi. elli yaşını rahat rahat devirmiş olan, on sene new york'ta yaşamış ve karadeniz şivesiyle ingilizce konuşabilen bu sarı bıyıklı enteresan zat bize o gençlik yıllarında gülünecek pek güzel malzemeler çıkarmıştı. işte onlardan bir demet. muhteremin amerika'ya gitme macerası. hala hatırlar hatırlar gülerim.
amerika'ya nasıl gittim?
sene 1967. askerliğimi yeni bitirmiş, trabzon'da yaşayan sıradan bir gencim. bu sıradanlık beni huzursuz ediyor. macerayı, değişikliği seviyorum çünkü. yaşamak istediğim hayat bu değil. ben de bir gece düşündüm taşındım, sabahın köründe aileme haber vermeden düştüm yollara. cebimde beş kuruş para olmadan, otostopla izmir'e kadar geldim. aslında niyetim oradan da istanbul'a yol almaktı ama limanda amerika'ya gitmek üzere olan devasa bir yolcu gemisi gördüm. gözümü karartıp kaçak olarak biniverdim gemiye. yola çıktık. günlerce depoda kimselere görünmeden yaşamaya çalıştım aç susuz. yol da git git bitmek bilmiyordu. tam her şeyden umudumu kestiğim bir sabah pencereden dışarı baktım. sağımda hürriyet heykeli. öylece atladım okyanusa. yirmi dakika yüzerek sonunda new york'a ayak bastım. daha üstüm başım sırılsıklam, karaya yeni ulaşmıştım ki önümde iki tane iri yarı zencinin, esmer, uzun saçlı, pısırık bir genci güle oynaya dövdüğünü gördüm. tabi iki kişinin bir kişiye saldırması yakışık almazdı bana göre. o gençle bir olup zencilere taarruza geçtik. biz bunları bir güzel benzetttik. çocuk meksikalıymış. amarika'da ilk tanıştığım ve can ciğer kuzu sarması olduğum insan odur. o da benim gibi kaçak gelmiş daha yeni. biz bunla kafa kafaya verdik, iş aramaya başladık. derken bir ilan gördük gazetede. brooklyn köprüsü'nü boyayacak bir ekip aranıyormuş. kaçırmadık tabi bu fırsatı, çıktık ikimiz iş verecek bu adamların karşısına. epey bir güldüler, alay ettiler bizimle. "koca köprüyü siz mi boyayacaksınız?" dediler. "evet" dedik. "peki ne kadar zamanda yaparsınız?" diye sordular. gayet laubaliler. "üç gün" dedim ben. bunlar daha da cıvıttı. inanmadılar. "iyi" dedim, "gelin sizle bir iddiaya girelim. biz bu köprüyü üç günde boyarsak siz bize şu kadar para verin. yetiştiremezsek te bedavaya boyiycaz biz bu köprüyü." kabul ettiler. biz aldık elimize boyayı fırçayı. yetmiş iki saat aralıksız boyadık, üç günde yetiştirdik. köprü pırıl pırıl oldu. bunlar morardı bozuldu ama paramızı verdiler. sonra aldık biz bu parayı, derme çatma bir eve çıktık başımızı sokacak bir yerimiz olsun diye. sonra da bir hamburgercide işe girdik. işte ben cebimde beş kuruş olmadan trabzon'dan kalkıp new york'a böyle yerleştim. sonra da orda okudum, adam oldum.
şimdi doğruya doğru, bu adamın anlattıklarına kimse inanmaz. aksine dalga geçer. biz de öyle yapardık zaten. bu garibim de altta kalmamak için maceralarına hop diye bir yenisini eklerdi eskisini pekiştirmek için. çorap söküğü gibi gelirdi zaten sonrası, dur durak bilmezdi. en son "kuzey amerika'ya futbolu ben götürdüm. onları futbolla ben tanıştırdım." diyiverdi bu. yetmezmiş gibi ekledi. "abd futbol federasyonu kuruldu sonra benim çabalarımla. başkanlığını önerdiler. yok dedim, ben öyle bürokrasiden, takım elbiseli ortamlardan falan anlamam. geniş adamım ben. rahat adamım." sonra bu adam bize "present perfect tense" öğretmeye çalışırdı işte. "subject+ will+v1" kalıbıyla "am/is/are going to+v1"in farkını anlatırdı. külliyen yalan halbuki senin hayatın. nasıl inanalım. yine de güvendik, inandık. o şekilde önce öss, sonra üniversite derken biz de "ingilizce'ci" olduk çıktık. pişman mıyız? değiliz. ama brooklyn köprüsü'nü gördükçe hala güler eğleniriz.
yalnız anlatışında öyle bir sıcaklık varmış ki, insanın tüm mantık kurallarını bir kenara bırakıp usul usul inanası geliyor. karadeniz insanını seviyorum.