04:27 - 08 Aralık 2005
savruk hikaye
rüzgardan kafamızı öne eğip ceketlerimize sıkı sıkı tutunup üç kuruşluk bir muhabbet için çorlulu ali paşa medresesi'ne doğru giderken ufak bir gazete bayinin önündeki dergi raflarına takıldı arkadaşın gözü. beni hiç umursamadan sola yönelip dergileri ellemeye başladı. kaldırımın ortasında tek başına dikilip yalnız ve sabit bir adam görüntüsü vermemek için ben de yanına koştum hemen. işte o zaman gördüm bunu. genellikle taşa otururken kaba yerlerimiz üşümesin diye altımıza koyduğumuz ya da hiç olmadı çekirdek külahı olarak kullandığımız 1 ytl'lik bol resimli şu sözüm ona yarı kültürel yarı gündem dergilerin birinin kapağında manşet geçiyordu. enteresan bir tarikat. hafta içi yorgun argın evine gelip bir iki saatliğine şöyle kanepesine uzanan, kurtlar vadisi haricinde dizi izlemeyi dişil bir eylem olarak gördüğü için yarın sabah arkadaşlarıyla konuşacak havadan cıvadan balon gündem haberlerine gereksinim duyan genellikle alt-orta sınıf türk erkeğini (eğer hiç bir kanalda futbol maçı yoksa tabi) ordan oraya zap yaparken yakalayıveren, toplumun hassas noktalarından beslenen gizli kamera-baskın yapma haberciliği yapan programlar için biçilmis kaftan olan bu tarikat üyeleri kendilerine "ışık yiyenler" diyordu yanlış okumadıysam. biraz su bol güneşle bitkiler gibi fotosentez yaparak yaşamaya çalışıyolarmış. isimleri kısaca: fotosentez tarikatı.

dergilere bakındıktan sonra hiç bir şey konuşmadan yolumuza koyulduk tekrar. on beş dakika sonra medresedeydik. altmış yaş üstü bıyıkları sararmış şeker amcaların kafa dinlemek için tüttürdükleri tömbeki dumanları içinde biz de kirliliğe sigaramızla karşılık verdik. sonudna pes ettik, sigaralarımız bitti. sandalyelerin altında hiç bir acelesi olmadan dolanan efendi beyazıt kedilerinin müsadesiyle ayrıldık biz de mecbur.

odada tıpkı o kediler gibi amaçsızca dolanırken birden aklıma derginin kapağı geldi. gerçi onunla beraber bugün içtiğim çayın elimdekiyle beraber yedinci bardak olduğunu hesaplayıp yüzümü buruşturdum. günde bir ketıldan fazla kaynamış su tüketiyor muyum bilmiyorum ama içimde oluşan elektriğin bir gün trafo misali patlamasından korkuyorum çünkü. sonuçta, cismen şu calgon reklamlarındaki kireçten şaşkına dönmüş resistanslara benzeyen bir metal çubuğun suya doğrudan elektrik vermesiyle kaynıyor ketıl. elektrik yemekten apaşmış su içiyoruz çay kahve niyetine. bir gün tüm insanlık durup dururken breakdance'a başlayabilir. tıpkı john lennon'ın imagine parçasında dediği gibi. ah ne güzel olurdu o zaman her şey, neyse hadi. ben yüzümü buruşturma kısmından devam edeyim. dergi kapağının aklıma takılmasıyla birlikte tıpkı fotosentez tarikatı gibi benim de bir oluşum oluşturabileceğim fikrinin ampülü yandı başımın üstünde. elektriğiydi suyuydu doğalgazıydı her ay faturalardan anası ağlayan biz orta sınıf ailelerin bilinciyle ampülü kapattım çok yakmasın diye. hemen kendi ekseni etrafında dönebilen büro tipi sandalyeme oturup kafamda planlamaya başladım. bu tip bir oluşumun kurulması için ihtiyaç duyulan şey peygamber ciddiyetine sahip sevilen bir lider, kuralları ve normları içerecek hayata dair bir manifesto ve bol bol tanıdık bir çevre. olay önce yakın arkadaş çevresine ve aileye aktarılıyor. öğretileri kabul edenler eş dost ve yakın akrabalara hatra binayen haber salıyor. işin içine reklamlar, biraz gizem ve msn listesi de girince tadından yenmez bir cemiyet kuruluyor. bu cemiyet bundan böyle birbirinden kız alıp veriyor, öğretileri halka indirgemek için ufak evler tutuluyor. hayır ve bağış yoluyla bu evler bol bol finanse ediliyor. sonra kitaplar çıkıyor, mottolar. işler rayına oturunca da mitler. başarı öyküleri. ve işte bir oluşum bir yaratılıyor sıfırdan. biraz emek, biraz istek, az biraz şans. piyasaya böyle giriliyor.

derhal işe koyulmak üzere sırf gıcıklığına offline gözüktüğüm msn listesine bakmaya başladım. (ne kadar kötü bir insanım ki) block koyduğum isimlerle beraber liste kabarık gözüküyordu. birazdan ilk seçtiğim kişiye konuşmamı yapacaktım, heyecan bastı. ama sakin olmalıydım. onlar benim dostlarımdı. halimden anlarlardı. böylece arkadaş listesine odaklandım. birini seçmeliydim. mesela okuldan kafa dengi bir arkadaş dedim içimden. bu adamla biz o yüksek duvarlı, bol ekolu, gürültünün eksik olmadığı hitler usülü mimariye sahip fakültede az mı yanyana işedik pisuvarlarda. ne çaylar ne kahveler, bol bol sigara. püüf. konuştuğumuz şeyin haddi hesabı yok. hem kendisi çok iyidir. yanyana yürürken ansızın çevresinde gördükleri üzerine tespit yapar, parmaklarınızı yersiniz. bu bir kuş olur, tramvay olur, bulut olur, insan olur. ama tespit gecikmeden gelir. beyazıt-laleli civarlarında bavul ticareti yapan kırk yaş üstü rus kadınları üzerine ortak bir kanı bile geliştirmiştik. buna göre istanbulda iş için bulunan rus kadınlarının diğer hemşerilerinden ayrı bir şekilde işlenmesi gerekir. sonuçta rus kızları gençtir, yeni bir kuşaktır. doğduklarında ülkeleri şimdikinden farksızdır. onlar bir şekilde kendilerini kurtarırlar. rus erkekleri senin benim gibi erkeklerdir, görüntü takıntıları yoktur. ama rus kadınları, sıkı stalinist rejim sonrası, takılı kalmış pause düğmesini kaldırıp play'e basan ve dünyaya yeniden ayak uydurmaya çalışan ülkelerinin sıkıntılı kadınları olarak (sıkıntılı olmasalar para kazanmak için burda işleri ne zaten), cinsiyetleri gereği modayı çaresizce geriden de olsa takip etmeye çalışan enteresan insanlardır. ülkelerinde durum nedir bilemem, ama laleli-beyazıt taraflarında etrafta şıkkıdı şıkkıdı yürüyen orta ve üstü yaş rus kadınların giyim-kuşam-saç-makyaj (ya da güzellik anlayışı diyelim komple) anlayışlarının dünyanın yirmi beş sene gerisinde olduğu aşikardır. aslan yelesi kabarık kuru saçlar. beyaz ten üzerine pespembe çiğ makyajlar. cırtlak renklerde kabarık, lastikli saten montlar. yüksek bel kot pantalonlar. vatkalar. vesaireler. bu kadınlar gözümüzün önünde halen seksen'leri yaşarlar, yirmi birinci yüzyıl denen dönemden bihaber kendi beğenilerince takılırlar. ve işin tuhafı şu senede dahi bu görünümleriyle kendilerini dünyanın en güzel ve en alımlı kadınları sanarlar. hiç taviz vermeden dimdik ve hızlı adımlarla yürümeleri de bundan kaynaklanıyor sanırım. (tabi bu noktada devreye türk esnafı giriyor. bu kadar izzeti ikram bana yapılsa benim de havamdan geçilmez) onunçün ne zaman laleli-beyazıt civarında bir rus kadın görsek aklıma bananarama falan geliyo bizim aklımıza. birazdan venus çalacak, "she's got it. yeah baby, she's got it!!" diye hoplayıp zıplayacaklar sanki. işte bu tip olur olmadık konuşmalar geçerdi aramızda onunla. o yüzden iletişimimiz kolay olurdu. klavyeye yumulup naber nasılsın içerikli hızlı ve seri bir giriş yapacaktım ki aklımda ona anlatacağım hiç bir şey olmadığı farkettim o anda. evet amacım belliydi, bir noktaya varmak istiyordum. ama nasıl olacaktı ki bu? ne bir sunum hazırlamıştım, ne kendimce yıkılması zor normlar hazırlamıştım. bunun için biraz daha vakte ihtiyacımı duyduğumu hissettim ve sandalyeden kalktım. aynı anda elimde yakılmamış bir sigara ve henüz bugün aldığım tek kullanımlık şeklen hoş, ama niceliksel olarak tırışka çakmağım duruyordu. perdeyi açıp vücudumun üst kısmını aşağı doğru hafifçe eğdim ve sigarayı yaktım. kafam bin bir düşünceyle doluydu. ama geçti. çünkü camın üç metre aşağısındaki basamaklarda bana dönük, siyah spreyle yazılmış o yazı hala ordaydı. aslında buna alışmam gerek, yazılalı yaklaşık yarım sene oluyor. ama her seferinde yadırgıyorum. alt tarafı beş harflik bir kelime. ama tam benim camımın altında. ve tamamen benim hizamda. insanın aklına fesat düşünceler geliyor. çünkü üst katlarımızda sokaklara adını yazabilecek hayta bir sevgiliye sahip ergen bir komşu kızı yok. hepsi yaşını başını almış. ama bu yazı niye yazıldı? ben gay miyim? ya da biseksüel arzuları tüm üsküdar'da nam salmış bir cam güzeli miyim? değilim. olsa olsa semi-seksüelim (ne demekse, şimdi uydurdum). dahası kurtarmaz yani. ama cama çıkıp her aşağı baktığımda kendimi sorgulattırıyo bu yazı bana. niye? niye tolga niye? kimsin sen? niye camımın altına, tam da benim okuyabileceğim hizada adını kazıdın? neden zulüm ediyorsun bana? işte her seferinde böyle dağılıyordum pencere başında. perdeyi kapatıp sandalyeye tekrar oturdum. solumdaki kültablasında sigarayı söndürdüm. az önce dinlediğimin tam tersi frekansta bir albüm koydum winamp'a. sonra yarım saattir ne yaptığımı, ne düşündüğümü hatırlamaya çalıştım. tam olarak bulamadım.

evet konu tamamen dağıldı. sonra devam edeyim en iyisi.
 
geven yazdı
yazı linki -


0 yorum: