(bu blogger bir kaç dakika sonra kendini yirmi parçaya bölecektir. kaçınız.)
saçlarımı karıştırarak otururum bilgisayar başına. sağ elde mouse, sol el genelde hala saçlarda olur. saçlarım benim bir parçam, herşeyim onlar benim. ve ne yazık ki bir kaç ay sonra koyun misali kırpılacaklar. iki buçuk sene sonra ilk kez berber yüzü göreceğim. şimdiden stres başladı. otururken, konuşurken, ya da öylece sıkılırken ellerim ne yapacak merak ediyorum.
sonra winamp açarım her gece olduğu gibi. ahh, müzik tabi. bendeniz müzik konusunda yanar dönerli hatta folloş bir tavır içerisindeyimdir. her sene müzik zevkim değişir. ortaokul yıllarında özgün müzikle başlayan müzik arayışım sonraları rocktı, metaldi, new agedi, gotikti, etnikti, reggaeydi, elektronikti derken içinden çıkılamaz bir hal aldı. yeni tanıştığım biri müzik bahsini açarsa derhan o ortamdan uzaklaşırım. pek sevmem sıfırdan birilerine kendimi tanıtmayı zaten, başaramam çünkü.
çay kupam her daim sağ elimin hemencecik uzanıp kavrayabileceği pozisyonda durur. bu kupanın içine yüzde yetmiş oranında earl grey, yüzde yirmi oranında kahve, yüzde onluksa su girer. benim kupama giren bir sıvı oradan kolay kolay çıkamaz. aheste aheste tüketilir böyle. çoğu zaman unuturum içinde bişeyler, buz gibi olur. dikkat ettiyseniz bu kupaya meşrubat girmez hiç.
müzik sesinin arasında bazen "fücpp", "hürpp" şeklinde ıslak sesler duyarım. ama hiç panik yapmam. çünkü bilirim ki sağ tarafımda bir fanus, içinde de üç tane akvaryum balığı vardır. oksijen için yüzeye çıkıp ağızlarını şapırtadır bunlar. ha suyun içinde oksijen yok mu? var. ama sigara dumanı yüzünden ne kadar temizlersem temizleyeyim kirli hep.
tamamlanmış üç, tamamlanmamış dört tane öyküm var, yatıyolar yıllardır. her edebiyat öğrencisinin artistliğidir. bölüme "yazar olucam ben!" gazıyla girer, son sene "abi ellisekiz tane cv bıraktım birinden yanıt gelmedi ya!" cümlesiyle biter. ben kendimi pek kaptırmadım neyse ki. şimdilerde bu blogdan gayrı yazdığım ettiğim bir yer yok zaten. ki buraya yazarken bile yazım süreci sancılarından kıvranıyorum, gözümden yaş geliyor. yazmak istediği zaman klavye başına geçip takır takır paragraflar döktüren insanlardan korkuyorum.
hiç bir şey yapmadan tek başına oturmak en güzel şeydir. normalde çok hayati ve basit şeyleri hissedecek duruluğu yaşayamaz insan. fırsatı olmaz. oysa yalnız otururken her nefes alışın, içine dolan her ünite hava zevk verir. çıkışı ayrı bir olay zaten. bacağının bir yerinde hop diye geliveren saniyelik kas, sinir hareketlerini görebilirsin mesela. ya da saçının sağa akan tarafının, solundan daha ağır olduğunu hissedebilirsin. hiç bir şey düşünmeden, bomboş bir beyinle en ilkel anlamıyla "yaşamak" olgusunu öğrenirsin. güzeldir oturmak. yatmak daha güzel tabi.
içimden yürüttüğüm monologlar geceleri tavan yapar. hiç susmam adeta, sürekli konuşurum. fikir yürütürüm, geyik yaparım, tartışırım, ya da öylesine saçmalarım. ben biriyle konuşurken de bunu yaptığımı farkettiğimde epey garipsemiştim. konuşurken sarfettiğim iki-üç cümlenin arasında mutlaka bir kaç tane de içimden söylediğim cümle vardır. yani aslında hiç durmadan konuşuyorum, ama bu dışarıya süzülmüş bir biçimde çıkıyor. eğer bunları da dışarıya vurabilseydim kendimin bile katlanamayacağı bir çeneye sahip olacaktım. aman düşman başına. böyle iyi.
dünyanın en güzel varlığı da kedidir. bir kedi koca bir dünyayı değiştirebilir. kediler istese medeniyet te kurabilirlerdi ama üşendiler, ben böyle düşünüyorum. ha öyle bir medeniyet kurulsa derhal ülke topraklarını terkedip oranın vatandaşı olurum. estetik dolması, asalet çeşmesi, karakter oturması, kendine güven abidesi, empati kralı. kedi. oysa insan estetik bile değil. garip garip eller, ayaklar, tüysüz bir ten. cinsel organlarımız bile çok komik, utancından söyleyemiyor kimse.
dışarı yaya olarak çıkmak, toplu taşıma araçlarını kullanmak hem daha keyifli hem de daha rahattır. vaktiyle sırf ayıp olmasın diye aldığım bir ehliyet var. hiç kullanmadığım halde kırık. arabadan zerre kadar anlamam. ne hakkında konuşmasını ne de sürmesini severim. hiç bir zaman ilgim olmadı, bu saatten sonra da zor. oysa yaya olmanın özgürlüğü gibisi var mıdır? istediğin kadar dalgın ol, uykulu ol, ya da yürüdüğün yere yabancı ol. bir şekilde yönlendirilip gitmek istediğin yere gidersin her zaman. bunun ekstradan bir vapur güzelliği var, ona hiç girmiyorum bile.
çok sıkıldığımda hemen tepemdeki kitapların sırtlarına bakarım. e.a. poe'lar, r.l. stevenson'lar, saki'ler, w. blake'ler, j. joyce'lar.. dünyanın en güzel insanları her zaman dururlar orda, bir yerlere kaçmak istediğimde beni içlerine gömmek için sıraya girerler. böyle aralarında turnike olurum. yerim ben onları. selam ediyorum buradan hepsine.
hiç durmamacasına büyüyen bir ütopya takıntım var. kimselerin kolay kolay yaşayamacağı alternatif hayatlar üzerine kafa patlatıp duruyorum. özellikle ıssız ada temasına karşı koyamıyorum. ki mercan adası'nın, sineklerin tanrısı'nın, the beach movie'nin ve son olarak lost dizisinin üzerimde bıraktığı etkiden anlaşılabilir bu. ama çok daha enteresan arzularım da olmuyor değil. geçende modelini hatırlamadığım bir arabanın bagajında yaşama fikri epey kafama yattı mesela. hesapladım. bilgisayar sığıyor, çarpraz vaziyette gayet rahat yatılabilir. köşeye ufak buzdolabı gibi bişey, bir de tüp. cuk oluyor.
alkol hamallıktır, eşekliktir, gereksizdir. içmeyin, içirtmeyin, e mi canlarım. ben kırk yılın başı haricinde kullanmıyorum, çok ta mutluyum.
günün ilk saati benim için her zaman kayıp. daha doğrusu o saatte ne yaptığımı kendim bile bilmiyorum. saçmalıyorum, dalıp gidiyorum, pause oluyorum. ayılma süreci bir saat sonra anca başlıyor. o da mideme bir şeyler girmeli, çay içmeliyim, üstüne de bir sigara yakmalıyım anca o şekilde. bazen kalkar kalkmaz sigara yaktığım da oluyor, o çok fena bir şey işte.
şiir okumak bazen zevkli, bazen de komik geliyor. o anki ruh halime göre sanırım. ama bence edebiyatın doruk noktası kısa öyküdür. okuması da, irdelemesi de, yazması da. bölüm derslerinde işittiğim en güzel vecizelerden birine göre "öykü yazmaya vakit bulamayan yazarlar roman yazar". tabi çok iddialı bir laf ama yine de ne güzel söylemiş hazret. avuçlarım patlayıncaya dek alkışlamak istiyorum.
hani şu ana kadar hep anlaşılmaz bir çıkmaz olarak aklınızı işgal eden kavramlar, cümleler öyle bir an gelir ki çabucak beyin lobları içinde yolunu bulur ve anlamını kazanır, çözersiniz bütün olayını. artık beyninize cuk diye oturmaya hazır olacaktır az sonra. ama henüz üzerinde düşünmeye başladığınız anda uçup gider tekrar gözünüzün önünden. işte bunun gibi bir şey.
bu sene tek başıma dışarda üçer dörder saat oyalanmayı öğrendim. çantamda ne varsa açıp okuyorum. bir şeyler karalıyorum. etrafı izliyorum. eve gidince yapacaklarımı düşünüyorum. müzik dinliyorum. laf atmalarla başlayan saçmasapan muhabbetler yoluyla yeni insanlarla tanışıyorum. hiç olmadı güzel bir köşe bulup derin olmasa da uyuyorum. bu kadar çok şeyi yapıyorum ama yine de boş boş oturduğum dakikalar daha fazla oluyor. dikkatinizi çekerim, dört saatten bahsediyorum. az buz değil. doldurmak ölüm gibi.
son üç senedir hiç ağlamadım. tazyik eksikliği.
ortaokulda "büyüdüğünde ne olacaksın?" sorusuna cevabım "çevre mühendisi" idi. ama çevre mühendisi ne yapardı, ne işe yarardı, zerre araştırıp sormamıştım. sırf ismi çekici geldiği için öyle derdim. bir kere mühendislikti, hiç bir zaman popülerliğini yitirmeyecek dolu dolu bir meslek. ama diğer mühendislikler gibi gibi sıkıcı da değildi, çevreyle alakalıydı. bu iki kelime yanyana gelince şık bir meslek oluyordu kafamda. sonra matematikten ilk sıfırımı aldım lisede, hayatım değişti.
john lennon manevi babam olur. insanlar özdeşilik kurulamayacak kişilerin fanı oluveriyor çabucak. bu kadar kolay değil. kara kaşına kara gözüne göre değerlendirilmemeli hiç kimse. john lennon sarışındır hem.
kendini yirmi parçaya bölmek çok saçma aslında. mühim olan parçalardan bütünü oluşturma. tümden gelim, güme varım mevzusu.
(ligeia'dan aldığım bu bayrağı ç hanım'a devrediyorum.)
Guzel bir blog. Benimki de http://muratkarun.blogspot.com. Beklerim.