05:23 - 20 Nisan 2006
the show must go on
"nasreddin hoca fıkralarındaki ahali yeşilcam figüranlarıyla parallelik taşır. birileri üç kuruş para için jönden dayak yiyip dururken bu zatlar da gırtlak derdi için g.t olmak zorundadır. içlerinde hoca'dan daha hazır cevap, daha zekiler yok mudur, vardır elbet. ama bu fıkralarda değişmez bir kural varsa o da hegemonyalar sistemidir. hoca sahnenin en ışıklı yerinde yüceldikçe yücelirken bu zavallılar tozlu kulislerde perişan olmak için sıra beklerler.."

sene sonu müsamereli için kimin ne yapacağı tartışılıp dururken ben de kan kardeşim, biricik arkadaşım suha ile arka sırada çene çalıyordum. ne konuştuğumuzu tam olarak hatırlamam imkansız, ama muhtemelen ya halen bitiremediğimiz bir amiga oyunu, ya da okuldan sonra cebimizdeki parayı nasıl harcayacağımızla ilgiliydi. suha'yla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi o yıllarda. sıra arkadaşıydık, aynı mahalledendik, aynı kızı seviyorduk, aynı şeylere gülüyorduk. bu ilkokulda biriyle en yakın arkadaş olabilmek için yeter artardı zaten. hatta fazla bile gelirdi. müsamereler hakkında konuşulanlar genelde aynı olurdu. iki-üç kişi atatürk ve okulun önemiyle ilgili şiir okurdu kesin, bu garantiydi. okulda bir folklor hocası varsa her hangi bir yöreden davullu zurnalı bir dans gösterisi de çok revaçtaydı o yıllarda. bir de koro vardı tabi, milli eğitim'e bağlı her okulun olmazsa olmazı. okul sadece dört duvarla çevrili bir bina değildi, olamazdı. okulu okul yapan korosuydu, futbol takımıydı, folklor ekibiydi. en vasıfsız bir çocuğun bile bu faaliyetlerden birinde bulunması gayet basitti. kimse vasıf aramazdı zaten. maksat sosyal aktivite olsun, yavrularımız bu çalışmalarla sorumluluk alsın, çevre yapsın, kendi kişiliğini bulsun. bunun gibi şeyler.

konu hepten dallanıp budaklanmadan kamerayı yine sınıfa ve son sırada çene çalan iki arkadaşa çevirelim: sınıf öğretmeni nesibe hanım dersin bitimine yakın bizi yeni farketmiş olacak ki ön sıralarla dakikalardır süren müsamere konuşmalarını yarıda kesip doğruldu, bize baktı. "siz de bir şey yapsanıza?" dedi. aslında bu tip sahne şovları bize göre değildi, biz daima yapılanla gülüp eğlenen, alay eden taraftık. ama ön sıra oturan cici kızların, yumurta kokan oğlanların sıkıcı ve klişeleşmiş gösteri anlayışına bir baş kaldırışla tokat bibi cevap verme isteği sardı bizi o anda. suha ile göz göze geldik. "biz de bir şey yapsak ya?" bakışı attık birbirimize ve o anda karar verdik. "tamam öğretmenim."

okul bitiminde mahalleye doğru yürürken ne yapsak ne hazırlasak diye fikir teatisinde bulunuyorduk. bir piyes hazırlamaya karar vermiştik, orası kolay. ama konuyu belirlemek zordu. henüz ilkokul beş'e gitmemizin verdiği çapsızlıktan olsa gerek aklımıza bir şey gelmiyordu. ama ben suha'ların apartmanının girişinde konuyu buldum. "nasreddin hoca" dedim, okulda hiç yapılmamıştı. iki kişilik dev bir gösteri. hem komik olurdu hem de ilgi çekerdi. hemen orada anlaştık. bir gün sonra da öğretmene bildirdik. tamamdı artık, sene sonunda on beş dakikalık bir nasreddin hoca şovu düzenleyecektik.

dört paragraftır anlattığım bu saçma hikayenin can alıcı noktası işte bundan sonra başladı. suha'yla fıkraları belirliyor, araya kendi yorumlarımızı katıyorduk. ama kimin nasreddin hoca olacağını hiç konuşmamıştık. aklımıza gelmediğinden değildi elbet, ikimizin de hoca olmak istediği ayan beyan ortadaydı. kattığımız yorumlar, kostümle ilgili detaylar hep hoca'yla ilgiliydi. gösteri hayli hoca odaklıydı. ama konuyu açmaya çekiniyorduk, aramızda durmadan büyüyen bir gerginlik havası yarattı bu konuşulmayan mevzu. hoca'yı kimin oynayacağı belirlenemedi günlerce, ta ki iş sınıf öğretmenine intikal edene kadar.

ben hoca'yı oynayacağıma kesin gözle bakıyordum. repliklerini çoktan ezberlemiştim. hatta kostüm için babama kapalıçarşı'dan bir fes aldırmış, anneme de etrafını bezle ördürtüp kavuğumu bile hazır etmiştim. takma sakalı nasıl halledeceğimi düşünüyordum. hoca ben olacaktım çünkü. ben olmalıydım. suha'dan daha komiktim, gırgırda şamatada ondan daha baskındım, sempatiktim, kavuk kafama cuk diye oturuyordu. hoca'yı oynamak için doğmuştum işte, var mı ötesi. hem öğretmenimiz de hoca'yı benim oynamamı isteyecekti. tek derdim bunu suha'ya nasıl açıklayacağımdı artık. tek derdim suha'yı "soru soran ahali" rolüne razı etmemdi.

nesibe hanım gösterimizi konuşmak için sonunda dersin bir bölümünü bize ayırdığında gelişmeleri ona aktarmaya başladık. hangi fıkraları canlandıracağımızı anlattık heyecanlı heyecanlı. ve artık beklenen an geldi. o, soruyu sormadan ben kurnazlıkla atılıp söz aldım. kavuğu ve takma sakalı hazırladığımı, entariyi de en kısa zamanda bulacağımı söyledim. bundan suha'nın haberi yoktu, şaşırmıştı. ve işte nesibe hanım'ın beni yıkan sözleri döküldü ağzından sonra. "ama suha geldi benle konuştu, o oynayacakmış hoca'yı. ben de olur dedim." bu sefer şaşıran taraf bendim. ben evimde gizli gizli kostümümü aksesuarımı hazır derken, suha daha pratik bir yol seçmiş gitmiş benden gizli konuşmuştu öğretmenle. yenilmiştim. kızarıp bozardım. suha'dan hayatımın kazığını yemiştim. o can ciğer dostumdan, en yakın arkadaşımdan..

sonraki günler suha'nın hiç bir kostüm hazırlamadığını öğrenip öğretmenin zoruyla takma sakalı, kavuğu ona hibe etmeme mi yanayım, hiç çalışmadığım "soru soran adam" repliklerini ezberlemeye çalışmamamı, yoksa ekstradan takma bıyık bulmaya çalışmama mı bilemedim. hoca ben olmalıydım. hoca ile suha'nın ne alakası vardı. suha soru soran adam olmalıydı. bu gösteride arka planda kalmalıydı. çıldıracaktım. ama şov gerçekleşmeliydi. geri dönüşü yoktu.

yaklaşık iki yüz öğrenci ve bir o kadar velinin alkışıyla sahneye çıktık sonunda. suha'yı kovuğuyla, ak sakalıyla, kehribar tesbihiyle, entarisiyle görenler coşkuyla gülüyordu. ben de arkasından ezik gibi, bir takma bıyık bir folklor elbisesiyle onu takip ediyordum. beni gören bile yoktu. tüm gözler hoca'nın üstündeydi. sonra arka arkaya başladık fıkraları canlandırmaya. sordum:

-hocam eski ayları ne yaparlar?

bilmişçe tok bir sesle cevap verdi.

-kırpıp kırpıp yıldız yaparlar.

cevabı yemiştim işte.

-peki hoca, dünyanın merkezi neresidir?

-benim eşşeğin sağ arka ayağının bastığı yerdir.

-ama hocam nasıl biliyorsunuz?

-inanmazsan ölç te bak!

suha cevapları yapıştırdıkça göğsü daha kabarıyor, sahnede yüceldikçe yüceliyordu. bense sürekli ağzıma tıkılan yanıtlarla perişan oluyordum, rencide oluyordum. kavuk benim, sakal benim, entari benim, fikir benim. ama parlayan o, sönen bendim. emeği ben harcamıştım, ama kaymağını o yiyordu. hoca sahnenin en ışıklı yerinde yüceldikçe yücelirken zavallı ben per perişan olmak için repliğimin sırasını bekliyordum. bu işkenceye on beş dakika katlanmak zorunda kaldım ben o gün. işte suha'dan da o on beş dakikada nefret ettim. sonra arkadaşlığımız eski gibi olmadı, olamadı. suha'nın hiç bir şaklabanlığı o kazıkla dağlanan yüreğimi onaramadı. üsküdar'ın dandik bir atari salonundaki dandik bir jeton kavgası yüzünden de arkadaşlığımız bitti. suha kalleş bir çalımla kavuğu takıp hoca oldu belki, ama benim arkadaşım olamadı. hegemonya kavgası yaktı bizi.
 
geven yazdı
yazı linki -


5 yorum:


  • 4:06 ÖS, Nisan 20, 2006 - Blogger ferhat can

    böyle durumlarda annesi okul aile birliğinde çalışan hep kazanırdı bizim okulda :)

     
  • 10:31 ÖS, Nisan 20, 2006 - Blogger Shaman

    Acıklı bi hikayeydi hojam yüreimi dağladın akşam akşam

     
  • 10:49 ÖÖ, Nisan 24, 2006 - Blogger vintage biscuit

    iyimiş

     
  • 3:24 ÖÖ, Nisan 26, 2006 - Blogger Ç.

    vay adi süha.
    görürsek alalım façasını aşağıya.

    ve evet, iyiyim, ben iyiyim. bak süperim hatta. canım biraderim benim. kaliteli insan. sör ne demek bir adet kralsın sen. kavuklar, kaftanlar yolunda heba olsun vallahi.

     
  • 8:34 ÖS, Eylül 23, 2006 - Blogger herdem taze

    eminim suha da 'hocalığı arkadaşlığımıza tercih etti. hem eminim, aklına gelse o konuşurdu önceden hocayla. baksana hazırlığını yapmış zaten benden habersiz. sonra da dandik bi jeton meselesinden herşeyi kesti attı. o kadar da şaklabanlıklar yapıp uğraşmıştım halbuki. demek bi kavuk arkadaşlığımızdan daha değerliymiş' diyordur.