dün üzerimde tipik bir
pazar sabahı mayhoşluğu vardı. soğuk, kasvetli havalarda evde çay tüketmekten başka hiç bir şeyi yapasım gelmiyor. nihayet bahar geldi ama, yataktan kalkınca hiç üşümeden pencereyi açabilmenin nefis olduğunu bir kez daha hatırladım. hatırlanmakla kalmadı bu güzellik, suratımda saf bir mutluluğun izini de oluşturuverdi. bu mutluluğu dizginleyemedim kahvaltıdan sonra, kendimi
pijamam ve cüzdanımla dışarı attım. aslında altımdakine tam bir pijama denemezdi, üç yüz altmış beş günün en az bir iki yüz günü içinde olduğum, grili siyahlı ekose, pantalondan bozma penye bir pijama. bir ara çok modaydı bunlar, annem almıştı sağolsun bundan beş altı sene önce. üzerimde yıllanmış, rengi solmuş bahtiyar füme rengi tişört, altımda bu garip ama çok rahat "şey", yani yatak kostümümü değiştirmeden dışarı attım kendimi. ne yapacağımı iskeleye gelene kadar bilmiyordum, ama motorları görünce binesim geldi. bu güzel güne bir boğaz sigarası yakışırdı. "beşiktaş'a geçer, kitap alırım." diye düşündüm hem. motorun yan tarafına, efil efil rüzgara inat oturdum. güneş, dalga, insanlar, pijama. basit te olsa mutluluk. kendimi nedense özgür hissediyordum, evden hiç kıyafet değiştirmeden ve aynaya bakmadan çıkmak bana "
lebowski-vari" bir haz veriyordu. elimde bir white russian bardağı eksikti, ama o da olmayıversindi. zaten kahlua bulamıyordum ben.
white russian yapamıyordum. kendimi gerçek anlamıyla "
dude" gibi hissettiğim bir dönem arkadaşların evinde tutturmuştum "pijama giyip white russian içmeliyiz." diye. ömürlerinde hiç white russian içmemiş arkadaşların "yap ta içelim?" önerisiyle gaza gelip kendimi dışarı atmıştım. ama
kahlua öyle tekel'den alınabilen bir likör değil ki, ben de bir büyük binboa, iki şişe pastorize süt ve kahve tozuyla geri döndüm. başladım kokteyli hazırlamaya, ama ne yaparsam yapayım içilecek tada erişemiyordu. iğrenç olmuştu. suratlarımızı ekşite ekşite içtik biz de. o günden sonra da bana içecek hazırlattırmadı arkadaşalar. ama arkadaşlar iyidir yine de. üsküdar-beşiktaş motorunda yaşadığım mutluluğa dönecek olursak demek isterdim bu noktada ama "beş dakikada
beşiktaş" lafını haklı çıkarırcasına daha sigaramı söndüremeden bitti yolculuk. kendimi karaya ayak basan ahalinin içinde buluverdim. beşiktaş'ın kalabalığının arasında trafik ışığı beklerken altımdaki pijamayla özgürlükten ziyade bir acizlik duydum desem doğru olur herhalde. ama hiç bir şey o günki mutluluğuma gölge düşüremezdi. ellerim cebimde, umarsızca kitapçıya girdim. sanki bir sokak ötede oturuyormuşum da ekmek almaya çıkınca şöyle de bir kitap bakayım demişim gibi hissettim kendimi. sanki oralıymışım gibi. bu his beni oldukça rahatlattı. kitaplara daha da bir rahat baktım. biraz geç olduysa da yan cebime koyduğum cüzdanıma bakmak istedim. satın alabilme ve alamama bilinciyle kitap karıştırmak arasında dağlar kadar fark var çünkü. istese de kitap alamayacak olmanın verdiği his daha çok aylaklık gibi, beslemelik gibi. ki ben bu hissi çok iyi bilirim. para harcamadan dışarıda bir saat oyalanmam gerektiğinde gittiğim yer hep kitapçılar olur. süpermarketleri istisna tutarsak, üzerinize bir satış elemanının atlamadığı ya da çevrenizde rahatsız edici bakışlar hissetmediğiniz tek mağaza çeşidi kitapçılar. ama yine de insan kendisini
tuhaf hissediyor. onlarca kitapta ellerinizin izi, hatta yapraklarında kazara yaptığınız kırışıklar kaldıktan sonra çekip gitmek vicdanen rahat değil hiç. onları kullanmış, onlardan faydalanmış ve sonra da ceketinizi giyip kapıdan düşüncesizce çıkıp gitmiş gibi oluyorsunuz. cüzdanımı yavaş yavaş cebimden çıkarıp açarken kafamdan bu düşünceler geçti benim de. ama sonuç hüsrandı. bir kitap alacak kadar para almamıştım yanıma. o yüzden fazla dokunamadım kitaplara, fazla kırıştıramadım. bir kaç dakika sonra da çıktım oradan. dönüş yolunda muhtemelen aynı motorun aynı yerine oturup aynı marka sigarayı yakmıştım. ama aynı rahatlığı hissetmiyordum. altımdaki pijama güven vermemeye başladı.
cüzdan yan cebimde çok sırıtıyordu, kolayca çalınabilirdi sanki. altımda pantalonumun olmasını istedim o anda. telefonumla, anahtarlığımla ve paramla tam teşkilat gezmek istedim. uzaktan bakıldığında hiç dikkat çekmeyecek, alabildiğine gri ve soluk kostümüm de çok sıkıcı geldi. benim
ikilemim bu zaten. her zaman yaşadığım bir sorun. olmak istediğim ve olduğumun ikilemi değil, bazen olmak bazen olmamak istediğimin ikilemi. halen kendimi en rahat nasıl hissedeceğimi bilmiyorum. bunun kararını veremiyorum, veremediğim için de tereddütle atıyorum adımlarımı. sanki ne yapsam içime sinmiyor. ne yapsam tatmin olmuyorum. yeşille grinin, white russian'la biranın, pijamayla pantalonun, bıyıkla topsakalın, yazla kışın arasında kalakalıyorum. en güzeli biliçsizce sürüklenmek belki de. ne de olsa su yolunu bulur, her ırmak denize akar en nihayetinde.
eve geldim ama giremedim sonra. anahtarımı almamıştım.
emlakçıyla ayak üstü muhabbet ettim yirmi dakika kadar. onunla konuşurken rahatsız oluyordum artık. neyse ki çok geçmeden eve girebildim.
şeker, neskafe, votka, süt ya da süt, kahve likörü, votka, az şeker bi kavanoza dökülür; kavanoz sıkıca kapatılıp, iyice çalkalanır. böylece white russian olur biraz uyduruk olsa da. ben hep öyle yaparım.
şeker koymazsan çok berbat olur ama tadı. normal yani kimsenin içememesi.
yanlış anlaşılmasın sadece o kısmını okumadım yazının tabii.
sonuna değin okudum ama benim çözünürlüğmde çok yorucu oluyor bu font. şikayet etmiyorum, okurum gene de. öylesine dedim.
iyi bakasın kendine...