03:58 - 25 Haziran 2005
altmış dört
öylesine önemsiz bir sabah gözlerimi açtığımda birden 64 yaşına gelmiş olduğumu görmek istiyorum.

hemen nerede yattığıma bakarım. ikiz bir yatakta mı, sallanan bir sandalyede mi, gelişi güzel açılmış ayak üstü bir kanepede mi, büyük bir binanın ya da akm'nin önüne serilmiş bir kartonda mı, hastane yatağında mı, morgda mı, tabutta mı?

sonra da yanımda kimin yattığına bakarım. eğer nerede yattığım konusunda birinci seçenek geçerliyse, hele bir de yanımda saçları ağırmış, yaşlı bir hanımefendi uyuyorsa gayet makbule geçer. sehpaya bakarım. üzerinde hala sigara, cep telefonu, televizyon kumandası, yarım kalmış bir kitap duruyor mu? yoksa tansiyon haplarım, takma dişlerim, kolonya şişem mi var?

evin içinde kimler var ona bakarım. çocuklarım mı, torunlarım mı, sadece pek bir sevdiğim hayat arkadaşım mı, yoksa benim yaşlarımda bir sürü huzur evi sakini mi?

bu şıklardan hiç biri son seçeneklere doğru kaymayacaksa ben hemen yatmaya gidiyim bari. madem her şey bu kadar yavaş, izlemenin de bir heyecanı da yok. sonunu göreyim yeter.

64 diyince bile bir garip oluyorum ben zaten. neyse..

 
05:02 - 19 Haziran 2005
i-me-de-be


batıl doğanlar (1994)

tür: kara komedi, müzikal, tiriller

süre: 113 dak

konu: minik artur ilk cinayetini işlediğinde henüz altı yaşındadır. çöküşler, depremler geçirmek şöyle dursun daha çok öldürmeyi ve zincirdeki varlığını tüm dünyaya ispatlaması gerektiğini düşünür ve gerisi çorap söküğü gibi gelir. nihayet son can alma merasimimde yakalanıp kilere kapatılması artur'u o kadar da kahretmez. tek üzüldüğü şey kilerde ondan başka canlı bir şeyin olmamasıdır.

(film gösterime girdiği sene çeşitli film festivallerinden "en tırt senaryo" ve "en dravdan kırmızı boya" ödülleriyle döndü)
 
02:46 - 16 Haziran 2005
cast away mevzusu


william golding'in "lord of the flies"ı var misal meşhur.. ardından "the beach" var danny boyle abinin.. esas tabirle "ütopyaların çöküşü"dür ana tema. her birey ömrünün belirli dönemlerinde "kaçiciğim buralardan, doğa ananın kucağına sığıniciğim. beni orası paklar." muhabbeti çevirir kafasında. ama her zaman nereye kaçarsa kaçsın oraya kendisini de götüreceğini unutur.

ütopyaları insanlar yaratır. ve engellerden dert yanar. ama o engelleri de kendi hemcinslerinin yarattığını fark etmez.

yok öyle ıssız adalar, dağlar, bostanlar. lanetlenmişiz bir kere. nereye gidersek gidelim orayı da cehenneme çeviririz. biz en iyisi her sene para biriktirip vıcık vıcık kalabalık plajların kiralık şemsiyelerinin altında birbirimizin sırtını yağlayalım. bu bile çok bize.
 
01:20 - 09 Haziran 2005
oda, ben ve kahveden arkadaşlar
siradan, ilik bir haftasonu aksami ekip yine odamda toplandi. john, edgar ve ben. erzagimiz dolu, her yanimiz muhabbete aç. çok mutluyuz. bu haftasonu bulusmalari -her ne kadar artik rutine girse de- bizi nedense çok eglendiriyor. önümüzde bakir, hiç islenmemis yiginla saat var. uykumuz yok.

aslinda ben olmasam, çaba gösterip ortami hazirlamasam bunlarin görüsecegi, edecegi yok. edgar zaten ilk bulusmamizin hemen akabinde karsilikli oturup tapinaktan bozma salas bir sarap evinde demlenirken söyleyivermisti utana sikila bana. ingilizleri pek sevmezmis. fransizlari onlara yeglermis. john ne kadar harikulade bir insan olsa da onunla ayik kafayla paylasacagi pek bir sey yokmus. onun için john sadece sarki söylerken çekilebilecek bir insanmis. aslinda bu amerikalilar bir garip. tarihlerinde yasanan "nigger" vakalarindan sonra halkinin irkçilikla, ideolojiyle pek alakasi kalmamis. dünyadan bihaberler. ama nedense her millete karsi tuhaf safsata önyargilari var. gerçi edgar'in yasadigi yillarda da pek olaylar olmamis. (bazen onun tahmin edilenden çok daha yasli oldugunu unutuyorum) ben yine de vazifemi yaptim. bu önyargilardan kurtulmasi gerektigini, bir insani irkina göre degerlendirmenin ahmaklik oldugunu söyledim. edgar kapali bir kutudur. birakin açilmayi, yaninda baska kutularin varligindan dahi hoslanmaz. tutucudur. içine kapaniktir. badaktir. hatta abartayim, sizoiddir (aman duymasin) ama yine de bir kaç nefesten ya da yudumdan sonra degisim gösterir, kendini yavas ta olsa göstermeyi ve andan hazzetmeyi sever. klasik müzik sevdigi asikar, ama john'un sarkilarina ayak uçlariyla çaktirmadan ritim tuttugunu, o zorlandigi ingiliz aksanina bile çaba gösterip eslik ettigini görürüz john'la. biyik altindan güleriz. daha da bir mutlu oluruz.

john ise edgar'in aksine önyargili ve tutucu degildir. kendisinin yüzüne karsi da defalarca söyledigim gibi onda bir "peygamber sevkati" var. üstelik edgar gibi sadece kafasi güzellesince degil, günün her saatinde eglenmesini ve eglendirmesini bilir. bir de su agzinda geveleyip durdugu cikleti sarap yudumlarken ve sigara içerken çikarsa.. özellikle edgar bu durumdan çok rahatsiz oluyor. o kisik sesi, söz konusu john'un cikleti olunca yükseliyor. durumu toplarlayan ise her zaman tabi ki ben oluyorum. dedigim gibi, ben olmasam (ve tabi bu özene bözene hazirladigimiz piizlerimiz olmasa) bunlar birbirine bir dakika bile tahammül edemez.
neyse..

ben odadaki düzenlemeleri yaparken (mumlari getirmek, sarabi sunmak, yerlere minder ve bilimum örtü çekmek, her türlü erzagi ve esyayi kolumuzun uzanacagi bir mesafeye yaymak, cami açmak vesaire) john da kanepeye uzanmis, yanibasinda çivi gibi kasilan edgar'a hararetli hareretli bir seyler anlatiyordu. daha dogrusu anlatmaya çalisiyordu, çünkü edgar'in dikkatini o sirada duvara yeni astigim bir tablo çekmisti. ben odaya girip çiktikça tablo hakkinda kafasindan geçen tüm sorulari soruyordu. bu adamlarin dünyalari ayri. bu bir kez daha aklima kaziniyordu. ama bu geceyi hiç bir seyin mahfetmesine izin veremezdim. her ikisinin ilgilendigi konulari bir çirpida ustalikta kapativerdim ve ikisine de giymeleri için dolabimdan gelisi güzel çikardigim yatak kiyafetlerini verdim. john oracikta soyundu, altina bordo, penye, dizleri bollasmis pijamayi çekti. üstüne de artik giymedigim liseden kalma turuncu tisörtünü giydi. civil civil, pek bir güzel oldu. edgar bu sirada ayaga kalmis, elinde kiyafetlerle gözümün içine bakiyordu. onu da giyinmesi için banyoya yolladim. içeri girdi, kapiyi kilitledi. (evet kapiyi bile kilitledi, bu edgar gerçekten tuhaf bir adam) odaya girdiginde altindaki kareli gri-siyah esofman ve üstündeki renkleri artik solmaya yüz tutmus füme svitsört görülmeye degerdi. saçlarini da iyice dagitmisti. iste görmek istedigim edgar böyle bir adamdi.

kapiyi kapatip istenirse dalip gidilebilecek, istenirse de gözardi edilebilecek standart bir yeni çag müzigi açtim. sigaralarimizi yaktik ve saraplardan ilk yudumlarimizi aldik. iste herkesin eminim yerimde olmak için can atacagi ortamim. dumanli-los oda, çalisan cigerler, dolasimi hizlanan kan, yeni yeni alevlenen bir muhabbet ve sabaha çok uzak saatler...

sohbet ilerlemeye ve gerçek kimliklerimiz ortaya çıkmaya başladıkça edgar'la john da (her zamanki gibi) yine kaynaşıverdi. hatta edgar bir keresinde (john'un memleketi olan) liverpool'a gittiğini ve çok beğendiğini bile ilk kez itiraf etti. john da tabağı boş göndermedi elbet, eşi yoko'ya ilk yıldönümlerinde onun için yaptığı bir besteyi okuduğunu ve mor, kadife bir kutuda edgar'ın şu meşhur öykü kitaplarının serisini armağan ettiğini söyledi. (açıkçası john'un bu itirafına epey şaşırdık, gecenin en büyük bombalarındandı bu şüphesiz) edgar da bunun üstüne john'un şarkılarından bir kaçını artık ezberlediğini açıkladı. ayağıma gelen bu fırsatı hemen değerlendirdim ve müziğin sesini kısarak sırf bu özel geceler için arkadaşımdan ödünç aldığım gitarı yatağın altından çıkarıverdim. john'un gitarı görünce sevinçten uçtuğunu söylememe gerek bile yok. (gerçi bu çok rutin bir hadise ama john'da dediğim gibi bir peygamber vasfı var. sürekli tekrarlanan şeylerden bile çocukça mutlu oluyor) bana sürpriz yapacaklarını söyleyip edgar'la kulaktan kulağa bir şeyler fısıldaştı. sonra da sigarasını söndürüp gitarı kucağına alarak şarkısına başladı.

there's nothing you can do that can't be done.
nothing you can sing that can't be sung.


şarkı muazzam bir şekilde gidiyordu. edgar, john'un bir yandan cikletini ön dişleriyle yuvarlıyor olmasını bile umursamadan şarkıya eşlik ediyordu.

nothing you can make that can't be made.
no one you can save that can't be saved.

şarkının umut ve özgüven aşılayan liriğine mi yanayım, edgar'ın kıvama gelip sağa sola hafifçe sallanmasına mı, yoksa john'un o kendine has "ben mutluyum" anlamına gelen gülümseyişine mi..

nothing you can know that isn't known.
nothing you can see that isn't shown.


nakaratlarda benim de iştirak etmemle şarkıyı tamamladık. zevkten kelimenin tam anlamıyla "mest" olmuştuk. bu arada edgar, girişinde "la marseillaise" olmasaydı bu şarkıyı bu kadar içten söylebilir miydi, düşünmedim değil. ama bu kusursuz geceye vatan millet tartışmaları sokarak her şeyi mahvetmek istemedim. erzaklarımızı yeniden tazeledim, sohbete devam ettik. ve sonra yeniden tazeledim. ve yeniden.. yeniden.. açıkçası ilerleyen saatlerde bir kaç enstantane hariç neler yaptığımızı, neler konuştuğumuzu pek anımsamıyorum. edgar'ın annabel lee' yi sanılanın aksine eşine ya da her hangi başka bir kadına ithafen değil, tamamen kafasında yıllarca yavaş yavaş şekillenen ideasına yazdığını anlattığı saatler (işte bu saatlerde hepimiz kilittik, o yüzden john'la ben araya girmedik) ve john'un ölürken (john ve hatta edgar'ın ölü olduğunu ilk duyduğumda onlara küsmüştüm ama sonra alıştım. tekrar tekrar şaşırıp onları üzmenin alemi yok) hiç acı çekmediğini, hatta tam o anda aklına bir melodi geldiğini ve ne yazık ki sonradan unutuverdiğini yarım yamalak cümlelerle anlatışı bulanık ta olsa halen aklımda. dediğim gibi, bunların haricinde o saatlerde ne yaptığımızı cidden hatırlamıyorum.

aynen geceye başlarken minderlerde aldığımız pozisyonlarda uyuyakalmışız sonra. yine john, yine edgar, yine ben, yine şarap, yine duman ve yine tadından yenmeyen bir gece.. daha da üzerine konuşmaya gerek yok. ha bir şey daha; gecenin bir köründe yayılıp mayışmışken önümüzdeki halıdan geçen kocaman bir böceği gördüğümüzü hatırladım nedense. dönüşüm mü geçirmiş, yardıma mı ihtiyacı varmış ne. hiç oralı bile olmadık. böcekleri hiç sevmeyiz zaten.
 
01:49 - 02 Haziran 2005
mor


sıkıldığın belli. renginden hoşnut değilsin.

apaydınlık bir havada hafiften rüzgar esiyor. şortunlasın. çimenlik bir uçurumun tepesinde çömelmiş oturuyorsun. yer fethiye.. kabak koyu.. orda ağaç evlerde kalıyosun. kahvaltını dışarda ediyosun. kelebekler var orda hep ahmet. ve bitmeyen bir deniz. koruma altına alınmış, bina dikersen devlet perişan ediyo seni. özene bözene bir oluşum geçirmiş. orayı görmelisin. ben karar verdim, oraya gidicem ahmet. sana bi oyun edip habersiz gidicem. sen de gelirsin oraya, takılırız. adam gibi yaşarız. göğsümüzdeki kıllar hafiften grileşmiş bir deniz adamı oluruz belki yıllar sonra. oranın yerlisinden sayılırız. hafif işlerimiz, hafif muhabbetlerimiz, hafif eğlencelerimiz olur. orda çiçek açarız. pırıl pırıl oluruz ahmet. içimiz şimdikinden daha da sakinleşmez muhtemelen, ama en azından cümlelerimiz daha cıvıltılı olur. bak renklerini de çizdim üstte, güzelinden. bakınca şöyle bir irkil diye. morun hiç eksik olmasın, ama kıyafetlerin daha farklı olsun. sana da yakışır zaten.

daha yeşil, daha mat renklere.. şerefe!
 
02:15 - 01 Haziran 2005
ender gelişen osasuna atakları
sigara dumanının tozla kirle karıştığı o koyu sarı yaz günleri televizyonlardan gelen bezmiş spikerin sesi. önde sehpa, pislik dolu, yağ dolu. koltukta biri, saçları leş içinde. cam açık, akşam ezanı okunurken yine hava kararıyor, bir fırt daha çekiliyor sigaradan. göz altları torba torba, bim poşetine dolduruyor çöpler. mutfağa, banyoya, balkona, odaya. hep bir tekrar, hep bir rutinize hayat çabası. real madrid canavar, süslü yıldızları acımadan gol yağdırıyor. izleyiciler beyaz-mavi. tek bir koyu kırmızı yok. sıkkın sıkkın bir hücum daha geliştirirken real madrid orta sahası, topu kapıveriyor elli bin dolarlık bir yiğit. gidiyor, koşuyor. belki bir gol, bir asist, barcelona'ya transfer olurum çabasıyla. bira bitmiş, küller yerde. gözler parlıyor birden, mekanize real madrid'e ruh dolu bir başkaldırış gibi bu atak. kalp çarpmaya başlıyor, belki hayat kurtaracak bu atak.

roberto carlos piçi "ööf" diyip kalıplaşmış bir tackle'la alıverirken topu, atak ta bitiveriyor. sonra yine karşı hücum, yine ara pas, yine adam kaçırma. topu kalecinin üstünden aşırma..

5-0..

dolaptan bir bira daha çıkarılıyor, akabinde işeniyor. hayat kaldığı yerden devam ediyor..