15:48 - 25 Ocak 2006
on yedi nisan bin dokuz yüz doksan üç
sözlük'te başlığını görünce aklıma geldi. 17 nisan 1993. turgut özal'ın öldüğü gün. merhumun politik görüşünü, karakterini, yararlarını zararlarını konu dışı bırakırsak nedense türkiye'deki her birey için unutulmayan bir gün. zaten çok göz önünde bulunan ve herkes tarafından tanınan şahısların ölüm haberlerini öğrenme anı hafızaya başka türlü bir derinlikte işler. unutulmaz böyle dakikalar.

üsküdar'da klasik bir apartman önü maçıydı o gün yapılan bizim için de. ben sokağa geç indiğimden maça katılamamış, (sakın top oynamayı bilmeyen, dışlanan ezik bir mahalle sübyanı sanmayın beni. sadece bizim mahallenin katı kuralları vardı. misal geç gelen kati surette oynayamaz, top getirene önce kendi takımını kurma şansı verilir, sokaktan amca geçerken durulur ve bunun gibi şeyler) atakanların apartmanın merdiveninden (atakan'ın apartmanlarının merdiveni daha genişti, sokağın merkezi orasıydı bizim için) arkadaşların gayet laubali geçen maçını izliyordum. işte ne olduysa taner'in annesi balkona çıkınca (ki bu kadının ömrü balkonda geçerdi gerçi, gelene geçene sepet uzatır bir şeyler aldırırdı) oldu. kadın canhıraş bir panikle balkona fırlayıp karşı apartmanın cam güzeli olan vildan teyze'ye "turgut özal ölmüş!!" diye bağırıverdi. nedendir bilinmez vildan teyze'nin "a aaa!!"larıyla birlikte bende de bir şaşırmadır başladı. bu sahneyi hala unutamıyorsam bu kadar şaşırdığım içindir muhtemelen. taner'in annesinin yüksek desibelde çıkan felaket tellalığını duyan çocuklardan bir kısmı maçı bırakıp -kaleci dahil- paralize olup oldukları yerde dikildiler. ama ferdi denen kopuk arkadaş (ki bu adama herkes enibıl derdi. ama niye derdi o zamanlar bilmezdim. sonra anladım ki a takımı'ndaki hannibal'a binayen öyle dermiş millet) ayağında top, çivili tahtadan bozuk para geçirir gibi duran çocukların arasından zig zag çize çize kaleye doğru gidiyordu. bir yandan da "tanju sağdan attı soldan geçti! tanju pas verecek arkadaşını aradı ama vazgeçti!" gibisinden türk çocuklarına özgü bir self-spikerlik tadında kendi kendine konuşuyordu. bu gazla gitti dikilen kalecinin yanından golünü de attı bi güzel bu çocuk dünyadan bihaber. anca "kodum!!" (koymak fiili türkçe'de ne kadar erkeksi ve şiddetli anlamlara sahiptir değil mi?) nidasıyla kendilerine gelen diğer oyuncular -başta kaleci olmak üzere- gole karşı çıktılar. sonra da bir kavgadır başladı.

-olum gol sayılmaz lan turgut özal ölmüş!! (ne alakası varsa)
-banane ya ben attım golümü. (sendeki de ne kopuklukmuş)

merak edip eve gittim sonra ben. kavgayı geride bıraktım. ayakkabılarımı çıkarmaya çalışırken annem kapıyı açtı. "turgut özal ölmüş??" dedim. "sorma." dedi. ya neyi sormiyim, iyi bişey mi kötü bişey mi onu bile bilmiyorum daha. maçtan gelmişim zaten..

(yanlış anlaşılmasın. resimdeki turgut özal değil, a takımı'ndan hannibal smith'tir.)
 
04:51 - 20 Ocak 2006
ufak notlar - 3
gecenin bu saatinde semtte ışığı yanan evler görünce bayılıyorum, hastası oluyorum. farkında olmasak ta birlikte bir şehri ayakta tutuyoruz ışığı yananlar olarak. misal köpek havlıyor, sarhoşun biri bağırıyor, ya da bilmem kaç el silahlar patlıyor. duyuyoruz hep bunları. her şeyin farkındayız yani. yerimizi bu karanlıkta işe giden (ki ne iş yaptıklarını çok merak etmişimdir her zaman) tek tük garip insana bırakınca rahatlayıp yatıyoruz. ben birini gördüm demin, yatağa doğru kaykılıyorum mesela şimdi.
 
04:30 - 15 Ocak 2006
bergeeer!!!
ben sanırım dört senelik olan askerlik tecilimi altı sene geçmesine rağmen yineletmedim, o geldi bugün aklıma. yarın bir gün mışıl mışıl uyuduğum yatağımdan ani bir zil sesiyle kalkıp don paça üniformalı adamların karşısına çıkarsam ne yaparım bilmiyorum. bir de rivayet midir bilmem askerin kapıya dayandığı durumlarda hazırlanıp çıkman için yarım saatin varmış. hazırlanıp, bavul yapıp, sevdiklerinle vedalaşıp sabahın soğuğunda birliğine götürülmek üzere kolkola yürüyormuşsun onlarla. gerçi halen ve inatla öğrenciyim, ne adresime kağıt geldi ne bir uyarı oldu ama düşününce fena oldum. naparım ki ben yarım saatte? sırf beş dakika lavabo karşısında dikilmem gerek bir kere, yüzümü yıkayıp açılana kadar. sonra hızla mutfağa koşup hazırda ne varsa bir şeyler yemeliyim. hatta üzerine sigara yakmalıyım. etti on beş dakika. ağzımda sigarayla pantalon ve çorap giysem sonra, yatağın üzerinde oturup sigarayı bitirsem. yirmi dakikayı geçti tabi, acele etsem biraz. üzerime bir şeyler geçirip ayna karşısında diş fırçalasam, etti yirmibeş dakika. hızlıca montumu giyip bavul hazırlamam bir dünya rekoru kırıp guinness'e gireceğim düşünülürse beş dakika sürsün diyelim. en iyi ihtimalle yarım saat oldu bile zaten. artık telefonun yanına da bir not bırakır öyle giderim, napiyim?

"askere gittim. bir ihtimal gelicem."

aslında fikir beyan edip askerlikten muaf olmak ta vardır belki. mesela beni götürenlere yolda "ben pasifistim yahu?" desem, şöyle bir tavrımı koysam anlayış gösterip evime yollarlar mı beni? yoksa pasif kelimesinin azizliğine uğrayıp yanlış anlaşılır, hepten mi perişan olurum? bu evden yarım saatte çıkabilmekten daha berbatmış gerçi, saçmalamamak gerek. bırak konuşmak, arkaya dönüp bakmak bile geçmemeli akıldan. en iyisi hiç bir şey söylemeden önüne bakarak sadece gitmek. yazdığın notu o telaşla çıkarken cebinde unuttuğunu farketsen bile.
 
01:52 - 01 Ocak 2006
boza
vefa denen garip istanbul semtinde salaş bir lokantaya girdik akşama doğru. ciğere ketçap-mayonez isteyip istemediğimi sordu garson. cevap tabiki hayırdı, arnavut ciğeri dediğin sade olmalıydı. "yeni jenerasyon bozmayı seviyor, ondan sordum." dedi. yemekleri bitirip çıktık ağzımızda sigarayla. ayrıldık. vezneciler, unkapanı, eminönü, üsküdar. yol zaten bitmek bilmiyordu, bari güzergahımda daha şık semtler olmasını dilerdim. evime giderken bir ortaköy, bir bebek görmek isterdim mesela. ama her gün görmek zorunda olduğum yerler de en az benim kadar özensiz ve sönüktü. ama yine de eğreti duruyordum, yabancı hissediyordum. vapurda saçları rastalı, gürültülü biçimde sakız çiğneyip duran bir çocuk takıldı gözüme sonra. türk halkı linç etmeyi severdi. birbirini tanımayan insanların bulunduğu bir toplu taşıma aracında tüm bakışlar birine çevriliyorsa ve nefret doluysa bu da linçti. çoğunluk tekili rahatsız ederdi bu topraklarda sürekli. diğer olmak çok kolaydı. çocuklar gülerek, yetişkinler bakarak, yaşlılar söylenerek tepki gösterirdi. ben de gözümü dikip baktım diğerleri gibi. bana garip geldiği için değil, çoğunluğa uymanın verdiği rahatlığı bir kez de olsa hissedebilmek içindi. vapur yolcularını çoğunluğa akıtıyordu iskeleye yanaşınca. karaya ayak basanlar artık vapur yolcusu değil, semtin yayaları oluveriyordu. düzenli, pürüzsüz bir akış vardı her yerde. kimse göze batmıyordu. yeni jenerasyon bozmayı seviyordu halbuki, ama hak yol olması gerektiği gibi sadelikten geçiyordu.

ps: bir de 2006'yı deneyelim bakalım..