03:56 - 29 Ekim 2006
kimse yok mu?
üniversitenin ilk iki senesinde aklında gerekli gereksiz çağrışan her şeyi yazma zaruriyeti hissedip bu nedenle şimdilerden çok daha yaratıcı görünen bendenizin o dönemlerde kısa öykü yazma merakı da dizginlenemiyordu adeta. belki çok klişe, belki çok arabesk, belki çok ortaçağ ama bir şekilde bu yazım hususunda çok daha mutlu hissediyordum kendimi o yüzden. şu yaşta ve şu doymuşlukta bunların yüzde doksan dokuzu zırva geliyor haliyle ama ta o günlerden hiç kuvvetini eksiltmeden süregeldiğini görüp şaşırdığım takıntı düzeyde temalarım varmış. misal, boşaltılmış şehir üzerine senaryom varmış ta haberim yokmuş. sayısız kez format yiyen külüstür bilgisayarımdan kurtarabildiğim eski dökümanları karıştırırken denk geldim. hikaye aslında bu temanın görsel olarak çok şekilli ve sinematik durması üzerine yayıldığını bağırarak gösteren cinsten. kısaca; ergen kahramanımız bir sabah uyandığında evini, mahallesini, ve hatta koca şehiri insansız görüp önce mutluluk, sonra tüketim, ardından doygunluk ve nihayetinde bir iç hesaplaşma ve çıldırma sekansına giriyor. hikayenin ismini "x, y ve z" kalıbını o sıralar çok sevdiğimden olsa gerek "yalnızlık, doyumsuzluk ve denizin dibi" koymuşum. ki hakikaten ismine yaraşır biçimde protagonistimiz doyumsuzluk kavramını sorgulamaya başlayınca o gelişmekte olan körpecik ruhsal vücuduna darbe alıp final kısmına gelmiş olmanın duygusallığını da ardında hissederek harika bir soundtrack eşliğinde salacak boylarında denizin dibini boyluyor. bitti. bu kadar. aman ne şahane bir final. tek kişilik bir görsel şölen adeta. istesem bu öyküyle paragraf paragraf dalga geçip şu çok sıkıldığım ve uykumun bir türlü gelmediği gecede keyfime keyif katarım ama ana temanın saygınlığına hürmeten bunu yapmayacağım. yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı halde hem de. sıkılmak demişken, günler tıpkı kabuğun dediği gibi gelip geçerken blogu yazıları dökerek değil adeta damlatarak sürdürmeye çalışmamın berisinde yatan gerçeğin ne bir iş, ne de başka bir meşgale olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. evet günler geçiyor. ama sadece günler. ben sabitim. eskiden dedelerimizin hacdan umreden getirdiği, yandaki siyah düğmesine basarak fotoğraf filmlerini tık tık diye değiştirdiğimiz o arap işi kırmızı zımbırtı gibi abanıyorum günlere ve gözümün önünden sırasıyla geçiyorlar. ama o gerzek oyuncak bile emin olun daha eğlenceliydi bundan. benim günlerim sadece sayısal bir artış göstererek ve otuzbire gelince sıfırlanarak aheste aheste ilerliyor. her sayfada çizimin değiştiği o defter köşelerindeki animasyonlara bile razıyım. o bile hızlı gelir heralde. özellikle karşı cinsin bu çıkmaz günlerde saçını değiştirmesine benzer şekilde ben de müziği değiştiriyorum genelde yapacak bir şey olmadı mı. o rehabilitizasyon etkisi yaratan canım yumuşak ezgilerden göz yaşları içinde ayrılıp hayli karanlık mecralara yelken açtım spontane olarak. bunu yapmaya mecburdum. o yıllardır beynimi kemiren tema gibi şehirlerin boş olmasını istiyorum çünkü bu aralar. üstelik bunun ikibin altı senesinin bir sonbaharında değil, hayli ileriki ve tu ka ka bir dönemde gerçekleşmesini ve bunu görebilmeyi istiyorum. şu sıralar dinlediğim müzikler kafamda tek bir şey çağrıştırıyor çünkü. o da post-apocalyptic, endüstriyel, steampunk -ya da her ne deniyorsa- tarzı bir kıyamet sonrası milyonların gezindiği bu şehiri bomboş ve hurda olarak görebileceğim bir ambiyans. demirleri paslanmış, duvarları sararmış, önünde gri çöp yığınları birikmiş ama henüz çökmemiş apartmanlara girip gezinmek istiyorum. tıpkı benim gibi şehirde kimsenin kalmadığını düşünen ve beni görünce şaşıracak pislik içinde başka bir kokmuş survivor görmek ve onunla atalarımızdan miras kalan sosyal girişimle tanışmak istiyorum. komün olabilecek kadar toplanmış ve yirmi birinci yüzyıl insanının idrak dahi edemeyeceği bir altkültür yaratmış köhne mekanlarda o sıralar dünyada beni bana unutturacak her ne zıkkım varsa içerek kirli dumanların içinde diğerlerinin varlığını izlemek istiyorum. belki oralarda cinsiyetsiz bir türdeşime yakınlık duyarak onunla hayli saçma maceralar yaşamak istiyorum. bu arada tüm bu temayı almanca dublajla yaşamak istediğimi de söyleyeyim yeri gelmişken. çünkü, istendiği kadar kaba densin, zor densin, kakafonik densin bence diğer dillerde olmayan apayrı bir orjinalliğe sahip olan bu dil konuşulmak zorunda böyle bir dönemde. başkası olmaz. ben özellikle musiki cemiyetinde almanca'yı hayli endüstriyel ve nihilist buluyorum. tabi bahsettiğim hissiyatta almanların ses perdesinin getirdiği tonlama da var. dinlerken tüylerim diken diken oluyor. altında ufalıyorum. bunda, kullandığım sıfatların coğrafyasını oluşturmasının da çok fazla bir rolü yok üstelik. çünkü bu dil alabildiğine soğuk, alabildiğine terkedilmiş, boş ve hurda bir dünyaya ait. çok robotik. bizden değil gibi. yarın bir gün viran bir dünyaya gözlerimizi açacak olursak ve o harabenin ve dumanlı gökyüzünün tepesinden ilahi bir konuşma gelecekse o da muhtemelen almanca tarzı bişey olacak. her anlamda yaşamak istediğim ve insanların çok korktuğu o ismi lazım olmayan çağın dili aslında. budur. almanca'da mutabık olmalıyız. tartışmanın alemi yok. şimdi tüm bu bileşenleri topladığımızda, sorum şu ki çok mu şey istiyorum acaba? imkansız mı? ne bileyim; doyumsuzluk sonrası bitmiş bir dünyada yaşam derdine düşmüş, yalnızlığın hissiyatını iliklerine kadar yaşayan o tek tük insanı denizin dibini boylarken gördüğümde -muhtemelen tarif edilemeyecek kadar çetrefilli- duyguyu çok ama çok merak ediyorum mesela ben. hor görülmesin. hatta şu ruh haliyle sırf bu merakımdan üçüncü dünya savaşını einstein'ın "taş ve sopa" öngörüsü gazıyla çıkarabilirim. kendimi hiç bu kadar iki üç cümlede anlatılamayacak kadar özel bir durumda hissetmemiştim. işte bu çağrışım yüzünden playlistimi hiç değiştiremiyorum. insanı altında ezim ezim ezen bu müziği dinlediğimde de tekrar ve tekrar yine aynı duyguyu hissediyorum. iğrenç bir döngü. hatırımı soranlara şimdilerde bu açmazın içinde tam manasıyla kayıp olduğumu ve tek bir msn smiley'ine bile tahammül edemeyecek bir pms yaşadığımı söylemeyi hem benim hem de onların iyiliği için gerekli görmekteyim. tek derdim buydu işte. yazdım. artık yapıştığım şu sandalyeden de kalkabilirim. sebebi belli: sigarasızlık, uyumsuzluk ve yatağın dibi. aman ne şahane bir senaryo.

çöpe!
 
03:57 - 15 Ekim 2006
başladım işemeye
"prostatın arıza yapmış senin" dedi bizimkiler. bilmiyorum. özellikle geceleri bilgisayar başında otururken, hiç abartısız yarım saat ya da taş çatlasın kırk dakikada bir banyonun kapısını aşındırıyorum. bir tazyik, bir rahatlama. sonra tekrar sandalyeye çörekleniyorum. geceler böyle böyle geçip gidiyor işte, saçlarım sakallarım uzuyor. fiziksel değişimi görmek güzel. ruhaniyette tık yok olsa. olsun. çevresel değişimleri masaya yatırdığımdaysa ilk diyeceğim şey şudur ki odam eski samimiyetinden giderek uzaklaşıyor gibi hissediyorum ben nedense. artık rahatça içine gömülemiyorum. ışık pek sepia değil, artık daha cırtlak daha çiğ geliyor gözüme. rahat hissetmiyorum. canlılığın esamesi kayıp. yeni heyecanlar gerek. her gece bir balkon sigaram var mesela, yeni alışkanlık. soğuğu yiyip doğru yorgan altına. başımı yastığa koymam ve uykuya dalış başlangıcım arasındaki mesafe giderek artıyor bir de doktor bey. şöyle şu loblarda bir ağrı, yumruk yer gibi. takribi kırk dakika bekleyiş. çok sıkılıyorum artık yatakta. zaman geçmek bilmiyor. bu süreyi bir ara verimli kullanmak üzere her gece bir başlık altında beyin fırtınası yapasım ya da hayali senaryolar üretesim geldi. üç beş gece sürdü, geçti sonra. şimdilerde sadece uykunun gelip beni almasını bekliyorum otobüs durağında bekler gibi. bir de üstüne kırılan vücut, tıkanan boğaz. buna paralel olarak kulaklarım hep kızarık, hep yanıyor bir kaç gündür. hasta olacağım, grip olacağım, oradan bir kağıt mendilin bedenine yürüyecağım. mendile bir sümük hınkırılacak. belki.. belki.. o sümük ben olacağım.. cumali kollarımda öledursun bilinç akışımdan bir damla sunayım yeri gelmişken: ne güzel filmdi değil mi eşkiya? eşkıya? i'le miydi? ı mıydı ya da? her neyse. bir noktanın lafı olmaz bizim tasavvufumuzda. ama kanaatimce semaviyetle ve metaforlarla alakası olmaksızın, nokta kadar densiz hissedilir bazı oturma gruplarında da. alıcılığımdan ve "yaparızcılığım"dan kaynaklanan bir cesaretle uyku sersemi geçirilen angarya işlerden sonraları ne kadar rahatsız ve bin beter oluyorsam, mecburi ziyaretler ve mecburi oturma gruplarından da o denli perişan oluveriyorum ben. böyle a-spontane durumlarda muhabbet trafiğinin kesildiği o tedirgin anlarda imdada yetişen televizyon ekranıyla bir cengaver alır yürür ya hani yeni bir konuyla. dahil olunma zaruriyetiyle herkes yorumunu yapar gölgeye çekilir sonra. işte o anlarda hep sahne spotlarının altında gibi hissederim kendimi. gol yollarının hırçın ofansif orta saha oyuncusu patavatsız hısım akraba chairman edasıyla konuyu göğsüyle yumuşatır, şık bir plaseyle bana yollar bazı dakikalarda. o denli alakasız, o denli tenezzül edilemez, o denli ayrı alemlerden topiklerdir ki bunlar haklarında bir cümle kurmaya bile üşenir, harcadığım nefese yanarım. nihayetinde ortamın eziği gibi kalıveririm bir de, çok umurumda. kesinlikle apolitiğim, kesinlikle minimalim, "insancı"yım. kesinlikle "seksen sonrası"yım. ve kesinlikle çağımı yaşamaktan mutluyum. gerçi bu durum, psikolojik bir sorgulayışta geçmişte yaşadığım bir şartlanma, bir eşleştirme ya da bir her ne terimseyle de açıklanabilir. hiç te lafını etmekten gocunmam. ilkokul yıllarında üç kat altımızda oturan teyzemlerin evini kendi evimizden daha çok severdim. evimi adeta orası bellemiştim. geçmişe dair, hafızaların derinliklerinden gözümün önüne gelen imajların önemli bir kısmı bu evin ya odalarında, ya tek kale maç yapmaya hayli müsait upuzun koridorunda ya da banyosunda geçer. bir de tabi çok absürt ve bir çocuğun bilinçaltında krokisini oluşturacak derecede enteresan bir bahçesi vardı bu giriş katı evinin. takriben beşte biri cam güzeli, sardunya ve ortanca saksılarıyla yeşeren bu bahçeyi şimdi nasıl anlatsam ki ben. mutfaktaki kapı ve kuzenlerimin odasındaki pencereden girilen kare biçiminde beton bir zemin düşünün. evi arkanıza aldığınızda sağ tarafta başka bir apartmanın başka bir giriş katı dairesinin penceleri, sol tarafta hayli yüksek, sırtı bilinmedik tenha bir sokağın kenarına yaslanan betonarme bir çıkıntı, tam karşıda ise o meşhur dümdüz, hiç bir şeye yaslanmayan, arkasında boşluğun uzandığı, üç dört metre yükseliğinde ve yine gri bir duvar vardır. (kafanızda canlandırmak için şuraya da bakabilirsiniz) "geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan, ve arkasında güneş doğmayan büyük yapı" dendiği de olurdu buraya. bu enine hayli geniş duvarda çok güzel ayak squash'i oynanırdı. sıkıldığım zamanlar zemine topu koyduğum gibi duvara vururdum, duvardan bana sekerdi, bir daha vururdum. hayli obsesyon ve otizm belirtileri olan bu oyunla saatlerimi geçirirdim ben niyeyse. ama top oynayan kişi sayısı kuzenlerimin katılımıyla artınca topun yerden yüksekliği de artar, duvara daha bir sıkı abanılırdı. işte ancak bir kaç film karakterinin vasıl olduğu "bilinmez yer" ya da "ötede ne var?" sorgusu bu raddede aklıma çok düşerdi. çünkü geriye çekilip baktığınızda bu duvarın ötesinde uzayıp giden bir sıra daha apartman vardı ve istanbul'un saçma sapan lokasyon garipliklerine örnek teşkil edecek şekilde bu apartmanlar giderek kısalıyor, yani zemin alçalıyordu. duvarın ötesinde ne olduğunu, nereye baktığını hiç bir zaman öğrenemedim ben, bu gizemden hoşnut olacağım ki sormaya da gerek duymadım. ama duvarın arkasına bir iki kez bakabildiklerini söyleyen kuzenlerim beni kafalamadıysa çok ama çok aşağılarda bizimkine benzeyen başka bir beton düzlem vardı. öyle ki bu ötedeki bahçeye çıkan insanlar bir gökdelenden bakarmışcasına karınca gibi gözüküyordu. bizim tepik squash'i oynadığımız bu meşhur duvarın üstünden topumuz kaçtı onlarca kez. bir kez bile cesaret edip nereye gittiğine bakamadık ama. bu bahçe muhabbeti böyle uzayıp gider şimdi; ama benim konuyu bu eve getirmemin asıl sebebi başkaydı yanlış hatırlamıyorsam. apolitikliğimin psikolojik bir sebebi varsa o da teyzemlerin evinde yaşadığım talihsiz bir kaza olabilir. bir önce yazdığım "kaza listesi" yazısına eklemeyi unuttuğum bu olayın cereyan ettiği saatlerde, turgut özal üç günde bir tekrarladığı rutinlikte yine ulusa sesleniş konuşması (icraatın içinden reloaded) yapıyordu. bense kulağımda, salondan gelen bu konuşmayı beri fon yapmış vaziyette banyoda çişimi yapmakla meşguldüm. işte tam bu esnada türkiye'nin seksenler ve doksanlarının ev kazaları listesinde açık ara birinciliğini koruyan kalleş "merdaneli çamaşır makinesi" devreye girdi. yeni yıkadığı çamaşırlarının suyunu sıkma niyetinde olan teyzemin başka odalara gitmesini fırsat bilip çalışır durumdaki merdanenin görsel ihtişamına yenik düşüp sokuldukça sokuldum. ve elimi merdaneye kaptırıp haşat ettim. canhıraş çığlıklarımla banyoya depar atan teyzem merdaneyi durdurup elimi kurtardığında çoktan kemiklerim çatlamıştı. sonrasını anlatmama lüzum yok, ama o sahneden aklımda kalan nedense hep salondan gelen "sevgili vatandaşlarım" girizgahlı özal amca cümleleri olmuştur. kim bilir, belki de bu yüzden politik nutuklarda aklıma merdane terörü geldiği için irkilir, koşarak uzaklaşırım. uzun lafın kısası seksen sonrasıyım. apolitiğim. çünkü ben bir merdaneli çamaşır makinesi kurbanıyım. bu girdinin yazım sürecinde iki kez banyoya gidip klozete tazyik vermiş yorgun bendeniz size zeki müren'den bir şarkıyla veda edeyim en iyisi. şimdi hafif müzik dinleyeceksiniz. mutlu ve esen kalın.

çamaşırları pirüpak eden, kireçlenmeye göğüs geren, küçük elleri kapıp ezen, işte benim çamaşır makinen.

ismim merdaneli, göbek adım çamaşır makinesi. yıllarca hep böyle bildiniz siz. merdaneli çamaşır makinesinde çamaşırlar temizlediniz.
 
04:14 - 03 Ekim 2006
kırık çıkıkçılık müessesesi ve beklemek üzerine
laurence sterne'in tristram shandy'si varsın yedi yüz sayfa gevelensin. bundan yirmi yıl sonra hayatımı kaleme dökmek gibi bir derdim hiç olmadı. hem hayat dediğin ya üç sayfalık bir cv'ye sığışır, ya da asla hakkıyla yazılamaz, sığmaz çünkü. ama geçmişimi belli bir kategori altında listelemek bambaşka. bu da onlardan biri gibi. hairvari duran büyükçe bir salonda "soyunun" talimatı veren meclisin önünde dokuz yağız türk genciyle kıçımda donla kala kalınca aklıma haliyle ilk black boys/white boys şarkıları, sonra da vücudumdaki kırık çıkıklar, yara bereler geldi nedense. ardımızdaki sandalyelerde apar topar katlanıp bırakılmış kıyafetler, önümüzde apoletli, üniformalı yükcek merci adamları uzunca bir süre bakıştık. safları sık ve düzgün tutuyorduk. ayak parmaklarından biri hayali bir çizgiyi iki santim geçince kızıyorlardı çünkü. sonra aralarından polis kıyafetli olanı karizmasından ödün vermemeye çalışarak yavaşça masadan kalkıp yürüdü, önümüzde durdu. sorularını sordu. aramızda önemli bir ameliyat geçiren var mıydı? aramızda hayati tehlike arz eden bir hastalığı olan var mıydı? ya da kısaca gidiyorduk ama orada ölür müydük? kimsenin ortamdaki gerginlikten gıkının çıkmaması bir yana, muhtemelen kafaların içinde tüm o kazalar, belalar geçivermişti üç beş saniyede. ama daha toparlayıp cümleye dökemeden "elverişli" damgasını yemiştik bile. kilolarımız, boylarımız yalan yanlış ölçüldü. artık geri dönüşü yoktu. bizi lütfen alsınlardı, adeta bunun için doğmuştuk. dört saat süren işlemler ve bürokratik koşturmacalardan sonra kendimi caddeye atıp pek kuş ve kervan yoğunluğu olmayan otobüs durağında beklemeye koyuldum. sigaralar yandı bitti. dakikalar geçti. binebileceğim bir araç gelmek bilmedi. neyse ki haliç taraflarına pek yolum düşmez, ama ne zaman gitsem coğrafyası ve haritası muazzam olan bu bölgenin harcandığına kanaat getiririm. tersane soğukluğu, beton köprüler, rts yamukluğunda yerleşim planı ve motor pervanesi suların dibine işledikçe yüzeye çıkan siyah-kahverengi tonları ürkütür beni, midemi bulandırır. tam da beklediğim gibi, şehire dönüşü adamı her seferinde kanser eder bir de. uzun ve yalnız bekleyişlerde aklıma saçma sapan şeyler takılır. çoğunu unutsam da bazılarını kaydedip dosyalaştırır, belki de bir daha hiç elime almayacak olsam da ücra köşelerde arşivlerim. o boxerlı mülakattan sonra da "ben gerçekten elverişli miyim?" fikri beynimi kemirmeye başladı. dahiliye problemlerimden bahsedip can sıkmaya niyetim yok. ama şöyle bir düşündüm de, benim gerçekten biyografisi yazılabilecek bir kaza listem oluşturulabilir. hazır kafamda toparlamışken bir girişeyim dedim ben de şu işe. hem de sütlüce durağında yalnız geçirdiğim sinir bozucu kırk beş dakika bir işe yarasın. işte karşınızda bendenizin şanlı kırık-çıkık-ve de-yara-bere tarihçesi.

"ben doğarken ölmüşüm" dercesine bu tarihçe hayatımdaki ilk dakikadan başlar benim. henüz anneciğimin rahminde mışıl mışıl uyuyup besin sömürürken vahim bir trafik kazasında amuda kalkmışım. neyseki sıkı sıkı tutunduğum kordon sayesinde düşmekten kurtulmuşum ama ne fayda, ters dönmüşüm bir kere. bir ay kadar bu saçma pozisyonda sabredip bekledikten sonra doğasım gelmiş. ama bir devlet hastanesi klasiği baş göstererek doğumumu hem annem hem benim için ızdıraba çevirmiş. hayata daha gözlerimi açmadan, benden önce bacaklarımı yollamam ters durduğum için normal görülebilir. ama kolları heyecandan olsa gerek yanlara açmam biraz talihsiz olmuş. asgari maaşla gece gündüz kadın doğurtmaktan aklı ambale olmuş ebemiz ayaklarımdan tutup beni özensizce dışarı çekmeye çalışırken yaşım dolayısıyla bir dal kadar hassas olan kollarımdan biri içerde kalarak "çıt" diye kırılıvermiş. ortamı yumuşatmak için "bu çocuk çok şanssız olacak belli" diyivermiş ebe sırıtarak ama kol kırılıp yeni içerde kalmış bir kere. ilk dakika golü.. herkesin kundakta bir bebeklik fotoğrafı olur ya hani, benimkisi kundak, artı sağ kolumda kundaktan büyük bir alçı şeklindedir bu yüzden. göstermeye utanırım. çok rezildir. neyse ki mucizeleri çok seven tıp bana da bir güzellik bahşedip kırılan kolumu muazzam bir şekilde kaynaştırmayı başararak fabrika ayalarıma geri döndürmüş. kazasız belasız geçen üç dört senin ardından, yani şu anda hatırlayamadığım için miş'li geçmiş zaman kullanmaya devam edeceğim bir yaşta, nedense arabanın arka koltuğunda tek başıma şapşal gibi dikilip arkamızdaki araçların takip mesafesini kontrol ettiğim için ani bir frenle tutunamamış ve kafamı el fenerinin oralarda bir yerde sivri bir demir parçasına çarpmışım. sonuç: kafa yarılması ve oluk oluk kan. saçlarımı bir taksim gecesi hunharca manipüle edilerek önümüze çıkan ilk berberde beş numaraya vurdurduğumdan beri başımın arkasında ışıl ışıl parlayan iki yarıktan biri bu şekilde oluşmuş. diğeri ise nihayet di'li geçmiş zaman kulanabileceğim bir yaşa tekabül eden çocukluğumdan kalma ne yazık ki. sakarya'nın yaz aylarında mısır ambarları, tıka basa dolunca sapsarı ve dolgun görünür. içlerinde bir kıtanın ördeğini doyurabilecek kadar mısır tanesi ve nefret ettiğiniz bir dolu insana savurabilip hıncınızı alacak kadar koçan barındırır. hala aynı mıdır bilmem, ama o yıllarda on metre yüksekliğindeki bu ambarların tam göbeğinde kuş kafeslerinde olduğu gibi bir kapak bulunur; mısır kasalara, tenekelere ordan dökülürdü. henüz ilkokula yeni başlamış ve canı sıkıldığında kimselere çaktırmadan dışarı kaçabilecek kadar curcunalı bir ortamda yazlarını geçiren bir erkek çocuğu için alabildiğine doğa, hayvan ve tarımsal ürün barındıran bir çevre gerçekten bulunmaz bir macera fırsatıydı benim için. her günüm farklı geçerdi. kafam estiğinde kaz kovalar, ondan sıkılınca incir ağaçlarına çıkar, hadi o da olmadı boyumu geçen dereye ayaklarımı sokardım. yapacak tehlikeli bir şey -ki inanın kaz kovalamak da bunlardan biridir- mutlaka bulunurdu kısacası. başımdaki ikinci yarığın oluşmasına fırsat tanıdığım o gün de çok bunaldığımı ve ambara merdiven dayayıp kapağından içeri sızarak silme mısır dolu ortamda saklandığımı hatırlıyorum. ama o günlerde sebebini bilmediğim bir şekilde beni öldürmeye ant içmiş olan kuzenim nerden gördüyse saklandığımı yeri bulmuş ve merdivenden çıkıp yanıma gelmişti. çocuk aklımızla senaryo uydurup bir şeylerden saklandık sarıların arasında. sonra sıkılıp aşağı inmek istedik. kapağın tahtasına oturmuş, merdivene ayağımı atmıştım ki sırtımdan vuruldum bendeniz. kuzenimin tepiğiyle altı-yedi metreden kafa üstü yere çakıldım. yine kan ve ev ahalisinin çığlıkları. sonuç; kafamdaki ikinci yarık. arkadaş çevresinin hiç tanımadığım insanlara gösterip "bakın, allah yazıyor bunun kafasında" dediği bu hiyeroglif şekillerin hikayeleri bu şekilde. ama dertler bununla da bitmedi ki. gam, kasavet yakamızı bırakmadı ki. cadde kenarından sırtımda çantayla aylak aylak yürüdüğüm bir okul dönüşü milimetrik bir tesadüfle sağ ayağımın üstünden geçen iki jip tekerini hesaba katmıyorum bile. aynı şekilde bisiklet kullanmayı yeni öğrendiğim bir yaşta paslı fren sıkacakları adeta iman kuvveti ve takdiri ilahi gerektiren o hantal bmx'le selamsız yokuşundan son sürat inip duramamam ve spor programı jeneriklerine geçecek bir artistlikle yerden beş metre havalanıp iki takla atarak bisikletle bütünleşmiş bir şekilde yere düşmemi de sulandırıp anlatmak istemiyorum. ne de olsa kalıcı bir tahribat yaratmadılar bende. şans diyeyim. ama o yıllarda, sol ayağım aynı şansa vasıl olamadı maalesef. aile ferdlerinin istanbul dışına çıkıp beni kalleşçe babannem ve dedemin ellerine bıraktığı bir sömestr yağmur çamurda top oynama derdine düşmüş, selamsız'da arsa diye tabir ettiğimiz açık bir alanda deli gibi top kovalıyordum. yerler çamur dedim ya, ne olduğunu anlamadan sinsice zemine gizlenmiş bir taşa takılıp çok fena düştüm. yürüyemidiğim için oyundan çıkarıldım, tek ayağımın üstünde sekerek eve vardım. o mağdur bilek çıktı, babannemle ben epey ağlaştık. aslında babannem halis muhlis istanbul kadınıydı, görmüş geçirmişti. atatürk'ü şimdi olduğu gibi o zamanlar da çok severdi. üç koca eskitmesi kesinlikle onun suçu değildi, ama o sömestra denk gelen son kocasını dedem belleyememiştim bir türlü. ağzı bozuk, sevgisiz bir adamdı. bastonuyla çingene kovalamakla mahallede ünlenmişti. ailemin beni neden kalleşçe onların eline bıraktığı tam bu noktada açıklığa kavuşuyordu. beni hastaneye götürmek isteyen babannemi anadolu erkeği hegemonyasıyla bir çırpıda eziveren dedemin zorlamasıyla bana sorma zahmeti bile gösterilmeden yan mahalleden ismail amca diye biri çağırıldı. çocuktum, canım tatlıydı. yattığım odaya bir adam geldi. boynunda bağlanmamış bir kravat ve elinde bir kase tutuyordu. ayak bileğimden tuttu, çaresizce "acıyor, acımıyor" muayenesine boyun eğdim. dişimi sıkmamı söyledi ve bileğimle katır kutur oynamaya başladı. gözümden resmen yaş geliyordu ama şu yaşımda bile hala hayretler içerisinde hatırladığım kadarıyla bağırmadım, ayağımı ellerinden kurtarmadım. bir iki dakika sonra işini bitirmiş bir edayla kasenin içindeki yumurta sarısını bileğime sürdü, sonra da boynundaki kravatı çıkarıp sımsıkı doladı. başımı sıvazlayıp dedemlerin olduğu odaya geçti. ayağım iğrenç bir sarı tonunda midemi bulandırıyor ve çok kötü kokuyordu. olaydan bir kaç gün sonra ailenin istanbul'a teşrif etmesiyle konu masaya yatırıldı ve gelenin selamsız'a o dönemler ortopedik amme hizmetiyle nam salmış çıkıkçı ismail olduğunu öğrendim. iş bununla da bitmiyordu ne yazık ki, ne olur ne olmaz diye hastaneye götürüldüm bu sefer de. elindeki röntgeni dudak bükerek ve hım-hımlayarak süzen doktor kemiğin doğru oturduğunu ama bu sırada nohut büyüklüğünde bir parçanın koparak kaydığını söyledi. adam kendinden emin şekilde şu anda bir problem olmayacağını ama otuz yaşından sonra ayağın aksaklıklar gösterebileceğini söylüyordu. o zamanlar çok uzak geliyordu otuz yaş, önemsemiyordum. şu anda yirmi dört yaşındayım. enteresandır ki hala önemsemiyorum. ana haber bültenlerinin, tirajı yüksek gazetelerin "insanımız cahil" başlığı altında işlediği ve o dönemler çok sevdiği bir konu olan "çıkıkçı kurbanları"na bir halka da varsın ben ekleneyim. ülkem ibret alacaksa feda olsun. zaten o an yaşadığım acı, soldaki komşusuna gülen sağ ayağımın başına gelenlerin yanında çok hafif kalıyordu. bu sanırım, tarihçenin -şimdilik- son bileşeni oluyor zaten. final destination'ı aratmayacak salak ev kazalarıyla ve düşme kalkmalarla amatör olarak ilgilenen ben, bu son seferde fena taklaya gelmiştim. orta okulun son senesi ya da lisenin başıydı sanırım. okul yıllarında "son iki saatin beden dersi olması" kadar güzel ve zevkli bir şey yoktu. terli terli sınıfa girip tekrar giyinme ritüelinden kurtulmanın yanı sıra eve sivil gitmenin dayanılmaz cazibesi bizi sarıp sarmalardı hep bu iki saatte. ben her beden dersine spor kıyafetle gelen sadık bir öğrenci olarak hocanın karşısındaki safta yerimi almış, sağdan sayılıp akabinde kulplu beygirin üstünden atlama, halata tırmanma gibi gereksiz aktivitelerden kurtulup "serbestsiniz" talimatını bekliyordum. öyle de oldu sonunda. çok enteresandır ki iki dakikada takımları kurup maç yapmaya başladık. ama kötü talih yakamı bırakmıyordu. daha ilk dakikada hızır gibi bir oraya bir buraya koşarken sağ ayağımı yan bastım ve hayatımın en kötü saniyesini geçirdim. insanın içini ürperten, tüylerini diken diken eden sesler listesine kaç numaradan girer bilmem ama o liflerin kumaş gibi "caart!!" diye yırtıldığını duymak kadar beter bir his tatmadım ben bugüne dek. ayağımı burktuğumu zannedip bir köşeye çekilmiş, dersin bitmesini beklemeye başlamıştım sonra. gel gör ki içi salt kan dolu bir balon halini alıyordu ayağım. hugo'nun ayakları gibi olmuştu. neyse ki çok geçmeden arkadaşların yardımıyla bir hocanın arabasına taşınıp eve bırakıldım. ama o yaşların umursamaz ergenliğinde nasıl bir rahatlık sahibiysem elimde televizyon kumandası, yatağa uzanıp annemi beklemeye başladım. son anda yetiştirildiğim hastanede duyduğum sonuç lif kopması ve alçılı ayakla üç ay ev istirahati idi. çektiğim sıkıntının tek tessellisi de, alçı üzerine arkadaşlarına imza attırma zevkini ömrümde ilk kez yaşamak oldu. onun haricinde benden uzak dursun. fiziksel acizlik gibisi yoktu, en büyük tutsaklıktı.

uzayıp giden tarihçeyi tamamlayıp sütlüce durağına geri dönersek, önünden eminönü-taksim civarına otobüs haricinde bir toplu taşıma aracı geçmeyen o caddede kırk beş dakika sabır sebatla bekleyişimin sonunda heykele dönüşmek üzereydim. biletim olmadığı için önümden geçen yığınla belediye otobüsüne binememiştim. arkamdaki iskeleye de motor neredeyse iki saatte bir uğruyordu. sonunda dayanamadım, bir yolunu bulurum diyip ilk belediye otobüsüne attım kendimi. "biletim yok" demeye kalmadan şoförün o gün eliyle yüzlerce kez yaptığından emin olduğum geç işaretini gördüm ama emin olamadım. "okullar açıldı ya, üç gün otobüsler bedava, geç." diyiverdi baygınca. yutkundum, ama geçti hemen. hayatımda boşu boşuna beklediğim saatlere, günlere, hatta aylara bir kaç dakika daha eklendi alt tarafı. çok ta üzülmedim bu yüzden. ben alışkınım zaten yok yere beklemeye. alışmadım, alıştırıldım. yanlış anlaşılmasın.