03:56 - 29 Ekim 2006
kimse yok mu?
üniversitenin ilk iki senesinde aklında gerekli gereksiz çağrışan her şeyi yazma zaruriyeti hissedip bu nedenle şimdilerden çok daha yaratıcı görünen bendenizin o dönemlerde kısa öykü yazma merakı da dizginlenemiyordu adeta. belki çok klişe, belki çok arabesk, belki çok ortaçağ ama bir şekilde bu yazım hususunda çok daha mutlu hissediyordum kendimi o yüzden. şu yaşta ve şu doymuşlukta bunların yüzde doksan dokuzu zırva geliyor haliyle ama ta o günlerden hiç kuvvetini eksiltmeden süregeldiğini görüp şaşırdığım takıntı düzeyde temalarım varmış. misal, boşaltılmış şehir üzerine senaryom varmış ta haberim yokmuş. sayısız kez format yiyen külüstür bilgisayarımdan kurtarabildiğim eski dökümanları karıştırırken denk geldim. hikaye aslında bu temanın görsel olarak çok şekilli ve sinematik durması üzerine yayıldığını bağırarak gösteren cinsten. kısaca; ergen kahramanımız bir sabah uyandığında evini, mahallesini, ve hatta koca şehiri insansız görüp önce mutluluk, sonra tüketim, ardından doygunluk ve nihayetinde bir iç hesaplaşma ve çıldırma sekansına giriyor. hikayenin ismini "x, y ve z" kalıbını o sıralar çok sevdiğimden olsa gerek "yalnızlık, doyumsuzluk ve denizin dibi" koymuşum. ki hakikaten ismine yaraşır biçimde protagonistimiz doyumsuzluk kavramını sorgulamaya başlayınca o gelişmekte olan körpecik ruhsal vücuduna darbe alıp final kısmına gelmiş olmanın duygusallığını da ardında hissederek harika bir soundtrack eşliğinde salacak boylarında denizin dibini boyluyor. bitti. bu kadar. aman ne şahane bir final. tek kişilik bir görsel şölen adeta. istesem bu öyküyle paragraf paragraf dalga geçip şu çok sıkıldığım ve uykumun bir türlü gelmediği gecede keyfime keyif katarım ama ana temanın saygınlığına hürmeten bunu yapmayacağım. yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı halde hem de. sıkılmak demişken, günler tıpkı kabuğun dediği gibi gelip geçerken blogu yazıları dökerek değil adeta damlatarak sürdürmeye çalışmamın berisinde yatan gerçeğin ne bir iş, ne de başka bir meşgale olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. evet günler geçiyor. ama sadece günler. ben sabitim. eskiden dedelerimizin hacdan umreden getirdiği, yandaki siyah düğmesine basarak fotoğraf filmlerini tık tık diye değiştirdiğimiz o arap işi kırmızı zımbırtı gibi abanıyorum günlere ve gözümün önünden sırasıyla geçiyorlar. ama o gerzek oyuncak bile emin olun daha eğlenceliydi bundan. benim günlerim sadece sayısal bir artış göstererek ve otuzbire gelince sıfırlanarak aheste aheste ilerliyor. her sayfada çizimin değiştiği o defter köşelerindeki animasyonlara bile razıyım. o bile hızlı gelir heralde. özellikle karşı cinsin bu çıkmaz günlerde saçını değiştirmesine benzer şekilde ben de müziği değiştiriyorum genelde yapacak bir şey olmadı mı. o rehabilitizasyon etkisi yaratan canım yumuşak ezgilerden göz yaşları içinde ayrılıp hayli karanlık mecralara yelken açtım spontane olarak. bunu yapmaya mecburdum. o yıllardır beynimi kemiren tema gibi şehirlerin boş olmasını istiyorum çünkü bu aralar. üstelik bunun ikibin altı senesinin bir sonbaharında değil, hayli ileriki ve tu ka ka bir dönemde gerçekleşmesini ve bunu görebilmeyi istiyorum. şu sıralar dinlediğim müzikler kafamda tek bir şey çağrıştırıyor çünkü. o da post-apocalyptic, endüstriyel, steampunk -ya da her ne deniyorsa- tarzı bir kıyamet sonrası milyonların gezindiği bu şehiri bomboş ve hurda olarak görebileceğim bir ambiyans. demirleri paslanmış, duvarları sararmış, önünde gri çöp yığınları birikmiş ama henüz çökmemiş apartmanlara girip gezinmek istiyorum. tıpkı benim gibi şehirde kimsenin kalmadığını düşünen ve beni görünce şaşıracak pislik içinde başka bir kokmuş survivor görmek ve onunla atalarımızdan miras kalan sosyal girişimle tanışmak istiyorum. komün olabilecek kadar toplanmış ve yirmi birinci yüzyıl insanının idrak dahi edemeyeceği bir altkültür yaratmış köhne mekanlarda o sıralar dünyada beni bana unutturacak her ne zıkkım varsa içerek kirli dumanların içinde diğerlerinin varlığını izlemek istiyorum. belki oralarda cinsiyetsiz bir türdeşime yakınlık duyarak onunla hayli saçma maceralar yaşamak istiyorum. bu arada tüm bu temayı almanca dublajla yaşamak istediğimi de söyleyeyim yeri gelmişken. çünkü, istendiği kadar kaba densin, zor densin, kakafonik densin bence diğer dillerde olmayan apayrı bir orjinalliğe sahip olan bu dil konuşulmak zorunda böyle bir dönemde. başkası olmaz. ben özellikle musiki cemiyetinde almanca'yı hayli endüstriyel ve nihilist buluyorum. tabi bahsettiğim hissiyatta almanların ses perdesinin getirdiği tonlama da var. dinlerken tüylerim diken diken oluyor. altında ufalıyorum. bunda, kullandığım sıfatların coğrafyasını oluşturmasının da çok fazla bir rolü yok üstelik. çünkü bu dil alabildiğine soğuk, alabildiğine terkedilmiş, boş ve hurda bir dünyaya ait. çok robotik. bizden değil gibi. yarın bir gün viran bir dünyaya gözlerimizi açacak olursak ve o harabenin ve dumanlı gökyüzünün tepesinden ilahi bir konuşma gelecekse o da muhtemelen almanca tarzı bişey olacak. her anlamda yaşamak istediğim ve insanların çok korktuğu o ismi lazım olmayan çağın dili aslında. budur. almanca'da mutabık olmalıyız. tartışmanın alemi yok. şimdi tüm bu bileşenleri topladığımızda, sorum şu ki çok mu şey istiyorum acaba? imkansız mı? ne bileyim; doyumsuzluk sonrası bitmiş bir dünyada yaşam derdine düşmüş, yalnızlığın hissiyatını iliklerine kadar yaşayan o tek tük insanı denizin dibini boylarken gördüğümde -muhtemelen tarif edilemeyecek kadar çetrefilli- duyguyu çok ama çok merak ediyorum mesela ben. hor görülmesin. hatta şu ruh haliyle sırf bu merakımdan üçüncü dünya savaşını einstein'ın "taş ve sopa" öngörüsü gazıyla çıkarabilirim. kendimi hiç bu kadar iki üç cümlede anlatılamayacak kadar özel bir durumda hissetmemiştim. işte bu çağrışım yüzünden playlistimi hiç değiştiremiyorum. insanı altında ezim ezim ezen bu müziği dinlediğimde de tekrar ve tekrar yine aynı duyguyu hissediyorum. iğrenç bir döngü. hatırımı soranlara şimdilerde bu açmazın içinde tam manasıyla kayıp olduğumu ve tek bir msn smiley'ine bile tahammül edemeyecek bir pms yaşadığımı söylemeyi hem benim hem de onların iyiliği için gerekli görmekteyim. tek derdim buydu işte. yazdım. artık yapıştığım şu sandalyeden de kalkabilirim. sebebi belli: sigarasızlık, uyumsuzluk ve yatağın dibi. aman ne şahane bir senaryo.

çöpe!
 
geven yazdı
yazı linki -


1 yorum:


  • 5:03 ÖS, Kasım 05, 2006 - Anonymous Adsız

    yahu az önce bi sürü laf yazdım ama bu betanın azizliine uğradım... gitti destan gbi commentim neese bi ara tekrar yazarım şimdi üşendim...