03:57 - 15 Ekim 2006
başladım işemeye
"prostatın arıza yapmış senin" dedi bizimkiler. bilmiyorum. özellikle geceleri bilgisayar başında otururken, hiç abartısız yarım saat ya da taş çatlasın kırk dakikada bir banyonun kapısını aşındırıyorum. bir tazyik, bir rahatlama. sonra tekrar sandalyeye çörekleniyorum. geceler böyle böyle geçip gidiyor işte, saçlarım sakallarım uzuyor. fiziksel değişimi görmek güzel. ruhaniyette tık yok olsa. olsun. çevresel değişimleri masaya yatırdığımdaysa ilk diyeceğim şey şudur ki odam eski samimiyetinden giderek uzaklaşıyor gibi hissediyorum ben nedense. artık rahatça içine gömülemiyorum. ışık pek sepia değil, artık daha cırtlak daha çiğ geliyor gözüme. rahat hissetmiyorum. canlılığın esamesi kayıp. yeni heyecanlar gerek. her gece bir balkon sigaram var mesela, yeni alışkanlık. soğuğu yiyip doğru yorgan altına. başımı yastığa koymam ve uykuya dalış başlangıcım arasındaki mesafe giderek artıyor bir de doktor bey. şöyle şu loblarda bir ağrı, yumruk yer gibi. takribi kırk dakika bekleyiş. çok sıkılıyorum artık yatakta. zaman geçmek bilmiyor. bu süreyi bir ara verimli kullanmak üzere her gece bir başlık altında beyin fırtınası yapasım ya da hayali senaryolar üretesim geldi. üç beş gece sürdü, geçti sonra. şimdilerde sadece uykunun gelip beni almasını bekliyorum otobüs durağında bekler gibi. bir de üstüne kırılan vücut, tıkanan boğaz. buna paralel olarak kulaklarım hep kızarık, hep yanıyor bir kaç gündür. hasta olacağım, grip olacağım, oradan bir kağıt mendilin bedenine yürüyecağım. mendile bir sümük hınkırılacak. belki.. belki.. o sümük ben olacağım.. cumali kollarımda öledursun bilinç akışımdan bir damla sunayım yeri gelmişken: ne güzel filmdi değil mi eşkiya? eşkıya? i'le miydi? ı mıydı ya da? her neyse. bir noktanın lafı olmaz bizim tasavvufumuzda. ama kanaatimce semaviyetle ve metaforlarla alakası olmaksızın, nokta kadar densiz hissedilir bazı oturma gruplarında da. alıcılığımdan ve "yaparızcılığım"dan kaynaklanan bir cesaretle uyku sersemi geçirilen angarya işlerden sonraları ne kadar rahatsız ve bin beter oluyorsam, mecburi ziyaretler ve mecburi oturma gruplarından da o denli perişan oluveriyorum ben. böyle a-spontane durumlarda muhabbet trafiğinin kesildiği o tedirgin anlarda imdada yetişen televizyon ekranıyla bir cengaver alır yürür ya hani yeni bir konuyla. dahil olunma zaruriyetiyle herkes yorumunu yapar gölgeye çekilir sonra. işte o anlarda hep sahne spotlarının altında gibi hissederim kendimi. gol yollarının hırçın ofansif orta saha oyuncusu patavatsız hısım akraba chairman edasıyla konuyu göğsüyle yumuşatır, şık bir plaseyle bana yollar bazı dakikalarda. o denli alakasız, o denli tenezzül edilemez, o denli ayrı alemlerden topiklerdir ki bunlar haklarında bir cümle kurmaya bile üşenir, harcadığım nefese yanarım. nihayetinde ortamın eziği gibi kalıveririm bir de, çok umurumda. kesinlikle apolitiğim, kesinlikle minimalim, "insancı"yım. kesinlikle "seksen sonrası"yım. ve kesinlikle çağımı yaşamaktan mutluyum. gerçi bu durum, psikolojik bir sorgulayışta geçmişte yaşadığım bir şartlanma, bir eşleştirme ya da bir her ne terimseyle de açıklanabilir. hiç te lafını etmekten gocunmam. ilkokul yıllarında üç kat altımızda oturan teyzemlerin evini kendi evimizden daha çok severdim. evimi adeta orası bellemiştim. geçmişe dair, hafızaların derinliklerinden gözümün önüne gelen imajların önemli bir kısmı bu evin ya odalarında, ya tek kale maç yapmaya hayli müsait upuzun koridorunda ya da banyosunda geçer. bir de tabi çok absürt ve bir çocuğun bilinçaltında krokisini oluşturacak derecede enteresan bir bahçesi vardı bu giriş katı evinin. takriben beşte biri cam güzeli, sardunya ve ortanca saksılarıyla yeşeren bu bahçeyi şimdi nasıl anlatsam ki ben. mutfaktaki kapı ve kuzenlerimin odasındaki pencereden girilen kare biçiminde beton bir zemin düşünün. evi arkanıza aldığınızda sağ tarafta başka bir apartmanın başka bir giriş katı dairesinin penceleri, sol tarafta hayli yüksek, sırtı bilinmedik tenha bir sokağın kenarına yaslanan betonarme bir çıkıntı, tam karşıda ise o meşhur dümdüz, hiç bir şeye yaslanmayan, arkasında boşluğun uzandığı, üç dört metre yükseliğinde ve yine gri bir duvar vardır. (kafanızda canlandırmak için şuraya da bakabilirsiniz) "geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan, ve arkasında güneş doğmayan büyük yapı" dendiği de olurdu buraya. bu enine hayli geniş duvarda çok güzel ayak squash'i oynanırdı. sıkıldığım zamanlar zemine topu koyduğum gibi duvara vururdum, duvardan bana sekerdi, bir daha vururdum. hayli obsesyon ve otizm belirtileri olan bu oyunla saatlerimi geçirirdim ben niyeyse. ama top oynayan kişi sayısı kuzenlerimin katılımıyla artınca topun yerden yüksekliği de artar, duvara daha bir sıkı abanılırdı. işte ancak bir kaç film karakterinin vasıl olduğu "bilinmez yer" ya da "ötede ne var?" sorgusu bu raddede aklıma çok düşerdi. çünkü geriye çekilip baktığınızda bu duvarın ötesinde uzayıp giden bir sıra daha apartman vardı ve istanbul'un saçma sapan lokasyon garipliklerine örnek teşkil edecek şekilde bu apartmanlar giderek kısalıyor, yani zemin alçalıyordu. duvarın ötesinde ne olduğunu, nereye baktığını hiç bir zaman öğrenemedim ben, bu gizemden hoşnut olacağım ki sormaya da gerek duymadım. ama duvarın arkasına bir iki kez bakabildiklerini söyleyen kuzenlerim beni kafalamadıysa çok ama çok aşağılarda bizimkine benzeyen başka bir beton düzlem vardı. öyle ki bu ötedeki bahçeye çıkan insanlar bir gökdelenden bakarmışcasına karınca gibi gözüküyordu. bizim tepik squash'i oynadığımız bu meşhur duvarın üstünden topumuz kaçtı onlarca kez. bir kez bile cesaret edip nereye gittiğine bakamadık ama. bu bahçe muhabbeti böyle uzayıp gider şimdi; ama benim konuyu bu eve getirmemin asıl sebebi başkaydı yanlış hatırlamıyorsam. apolitikliğimin psikolojik bir sebebi varsa o da teyzemlerin evinde yaşadığım talihsiz bir kaza olabilir. bir önce yazdığım "kaza listesi" yazısına eklemeyi unuttuğum bu olayın cereyan ettiği saatlerde, turgut özal üç günde bir tekrarladığı rutinlikte yine ulusa sesleniş konuşması (icraatın içinden reloaded) yapıyordu. bense kulağımda, salondan gelen bu konuşmayı beri fon yapmış vaziyette banyoda çişimi yapmakla meşguldüm. işte tam bu esnada türkiye'nin seksenler ve doksanlarının ev kazaları listesinde açık ara birinciliğini koruyan kalleş "merdaneli çamaşır makinesi" devreye girdi. yeni yıkadığı çamaşırlarının suyunu sıkma niyetinde olan teyzemin başka odalara gitmesini fırsat bilip çalışır durumdaki merdanenin görsel ihtişamına yenik düşüp sokuldukça sokuldum. ve elimi merdaneye kaptırıp haşat ettim. canhıraş çığlıklarımla banyoya depar atan teyzem merdaneyi durdurup elimi kurtardığında çoktan kemiklerim çatlamıştı. sonrasını anlatmama lüzum yok, ama o sahneden aklımda kalan nedense hep salondan gelen "sevgili vatandaşlarım" girizgahlı özal amca cümleleri olmuştur. kim bilir, belki de bu yüzden politik nutuklarda aklıma merdane terörü geldiği için irkilir, koşarak uzaklaşırım. uzun lafın kısası seksen sonrasıyım. apolitiğim. çünkü ben bir merdaneli çamaşır makinesi kurbanıyım. bu girdinin yazım sürecinde iki kez banyoya gidip klozete tazyik vermiş yorgun bendeniz size zeki müren'den bir şarkıyla veda edeyim en iyisi. şimdi hafif müzik dinleyeceksiniz. mutlu ve esen kalın.

çamaşırları pirüpak eden, kireçlenmeye göğüs geren, küçük elleri kapıp ezen, işte benim çamaşır makinen.

ismim merdaneli, göbek adım çamaşır makinesi. yıllarca hep böyle bildiniz siz. merdaneli çamaşır makinesinde çamaşırlar temizlediniz.
 
geven yazdı
yazı linki -


1 yorum: