04:37 - 21 Mayıs 2005
twist and shout
bu geceki anarşik konserde bizzat şahit olduktan sonra tamamen kanaat getirdim. 15 yaşında salya sümük pespaye çocuklar. yine aynı yaşlarda birbirine sarılıp "hiç ayrılmayalım e mi?" havasında kutsal aşıklar. bense artık daha kalın ve belirgin baslar, daha basit sözler arıyorum. daha sindirmiş felsefeler, daha özümsemiş hayatlar peşindeyim. dünya hiç te akıl almayacak kadar kaotik değil. dünya hiç te bunalım yapacak kadar komplike değil. kendi kendine gelin güvey olup aklını yiyo millet. yapmayın, etmeyin. kimse sizi sallamıyo, yanı başında duran sevgilin dahil. kendi huzuruna bak. sindir. coşma hemen, bi dur. kimse izlemiyo seni, şov yapma. başkalarına yaranma. hele basit insanlara dil dahi uzatma, onlar senin geçtiğin yolları on bin kere arşınlamışlardır çünkü, emin ol. münakaşa etme, rezil olma. her zaman senden daha zeki insanlar olucak, her zaman senden daha üzgün, ya da daha pasifize olmuş ruhlar barındıracak bu şehir. rol yapmanın manası yok.kıvrıl.
bükül.
bağır.felsefe budur. devrik cümleler süsten başka bir şey değildir.
02:29 - 18 Mayıs 2005
ufak notlar
şu hayatta beni korkutabilecek en ürkünç şey heralde bir göl canavarı olur. bana uzak olsunlar. yüzlerini bile görmek istemiyorum. hiç gelemem öyle muhabbetlere.
bundan 5-10 sene önce yaptılar zaten, tutmadı. halkımız henüz bu tip şeylere hazır değil.
03:50 - 16 Mayıs 2005
baba bi yol verin ya..
çok kalabalık.. insan prime time'da kaldırımda yürürken aynı metrekareyi paylaştığı diğer insanlara karşı bakar kör oluyor. onları temas etmeden sollanacak nesneler kalabalığı olarak görüyor. ilk insanları düşünüyorum. dünya üzerinde insan sıfatına nail olmuş topu topu ilk üç beş kişiyi. koca evrende birbirleriyle karşılaştıkları zaman içine kapıldıkları ruh hallerini. söz konusu insanlar tedirginlik içinde birbirinin götünden hiç ayrılmadan yürüyen şaşkın tipler de olabilir. enteresan.. şimdiyse çok kalabalık. yürüyemiyorum. alplerin tepesinde karşımıza taşların arasından bir kedi çıkıverse şaşırırız. "ne işi var bunun burda?" deriz. ama aynı yerden bir insan çıksa şaşırmıyor, aksine görmezlikten geliyoruz. korular, ormanlar. denizler. koylar. en bilinmedik kuytular. dünyanın her noktasında en az bir insan mutlaka bir şeyler yapıyor. ıssız ada fantazisi de yalan oldu. kafana esse, eskaza boş bir ada bulsan haber ekibi gelip röportaj yapar. kanat takıp bulutların üstünde uçsan paraşütlü biri gelir götüne pandik atar. dünyada sidiğimizle, nefesimizle, ayak izimizle nişan vurmadığımız yer kalmadı. balonla ay'a gitmeye heveslenirdim küçükken. baktım, bi site ay'ın bölgelerini haritayla ayırmış. krater manzaralı araziler satıyor. oradan da vazgeçtim. en iyisi kafayı yastığın altına gömüp öyle uyumak. kıçın açıkta kalmış, pek önemli değil.
04:07 - 13 Mayıs 2005
böceklerin tanrısı
hayatlarımıza bir yeni boyut kapısı olarak giriveren televizyon aleminin spor haberleri öncesi vakit geçirmek için çırpınan ana haber bültenleri son dört beş atımlık mermilerini yurdun kuytularında gizlenen acayip adamlarla harcar genelde. işte bu adamların biri de "böcek yiyen amca" idi. şen şakrak ülkemizin sevimli bir köyünde konuşlanıp yaşamını devam ettiren bu namazında niyazında anadolu amcası taşların, kayaların altında zulananan bilimum haşeratı ve dahası solucanı, böcüğü, bilmem her türlü boklu canlıyı yiyordi iştahlı iştahlı. kameralar vardı karşısında ama o tribünlere oynamıyordu. şov yapmıyordu. yapmacık değildi. evinin kapısı önünde "ay çıksam mı görünsem mi" mahcubiyetinde ağzını eşarbıyla örten anaç eşi de "heep yiyor durmuyor durmuyoor" falan diye muhabire kapı eşiğinden dert yanıyordu. amcanın çapı belli, olayı belli. tee ankaradan kalkıp gelen haber ekibini hayal kırıklığına uğratmaz olmaz. "arayın" diyordu etrafındakilere. "kaldırın taşları, siz de bulun bir şeyler, yiyeyim." bu yeme seansı bir beş dakika hiç mola verilmeden, ta ki amcanın midesi böceklerle dolup karnı doyana kadar sürüyordu. muhabir şaşkın. midesi kalkmış. kameralar adeta amcanın ağzına kadar girmiş, tüm ziyafeti olay yerinden görüntülüyor. bir müddet sonra son bok böceği amcanın boğazından geçiyor ve amcaya veda ediliyordu. gülen gözler. anadolu ezgileri. köy silüetleri. oryantal ambiyans. kaf dağı. haber bitiyordu.
bir de iki karış altta duran "buruş li" abileri tenzih ediyorum, ayda bir, naylon eşofmanlı bir türk yağızı çıkıp dişleriyle kamyon çekerdi, uçak çekerdi. rekorlar kırılırdı. ölçümler yapılırdı. ama bu abilerin bende bıraktığı tahribat "böcek yiyen amca" kadar asla olamadı. hele o kahvehane masalarında cam bardak yiyenler bile beni hiç etkilemedi. çünkü böcek yiyen amca bir doğallık abidesiydi. çünkü böcek yiyen amca doğa manifestosunu yeniden yazan kişiydi. çünkü böcek yiyen amca rüyalarım kadar ulaşılmazdı. ulaşılamadı.
(bi de bu, "her yazıyı illa da duygu yüklü bir finalle bitirme boku" çıktı şimdi..)
04:12 - 11 Mayıs 2005
zekai'nin elyazmaları
10.08.1993
suyunu çeken yılanlı derede biraz oyalandıktan sonra kafamızı yukarıya kaldırıp havanın kararışını izliyoruz. bu saatte bu yolda bizden başka kimseler yok. hava çok yorgun. ayakkabılarımızın içi toz toprak içinde. yolun sonunda o korkunç gerçek var, hepimizin görmek ve işitmek isteyeceği en son şey var. yavaş yavaş yürüyoruz. dereye paralel gidiyoruz. karşı taraf ağaçlardan ve karanlıktan pek seçilmiyor. biraz sonra önümüzde o lanetli, kara, antik, ahşap binayı buluveriyoruz. tahtaların arasından bakmaya çabalasak bile içerisi sadece siyahlık. burada çimenler daha sarı. burada hava daha boğucu. ve burada her şey daha gerçek. geçirdiğimiz her saniyeyi zorla biz ittiriyoruz. bir çıt sesinde var gücümümüzle koşucaz, geride kalanların çığlıklarına sadece kulak kabartıcaz gibi. içimizdeki korkuyu savuşturmanın mücadelesiyle çivi gibi dik durmaya çalışırken içeriden kulaklarımıza sızmaya başlayan bir tıkırtıyla bir anlık felce uğruyoruz. içeride bariz bir şekilde bir şeyler oluyor. kaçmamız gerekirken büyülenmiş gibi çürük tahtalara daha da yaklaşıyoruz. önümüz siyah. ses burnumuzun dibinde. derken tıkırtıların ve anlamsız seslerin şiddeti daha da artmaya başlıyor ve sonunda kulakları sağır edecek inanılmaz bir güçle suratımıza patlıyor. bu bir kabus. bu bir son. bu bir kıyamet. bu..
11.08.1993
bugün cambaz cevat amcaların böğürtlenlerine dalmak haricinde pek bir şey yapmadık.
03:28 - 05 Mayıs 2005
buruş li
ayak kokusu, ter kokusu, sigara kokusu üçgeni içinde bilardo salonlarından sonra mahalle ergenlerinin en değer verdikleri unutulmuş diyarlar pasaj içi karate salonları. cırtlak mavi, eskimiş, kokuşmuş o nemli minder ve sıva çekilmiş kireçli beyaz duvarlarıyla, içinde huşu içinde bacaklarını iki yana açmaya çalışan padavanlar ve bıyıklı bir mahalle abisi senseisinin hayat verdiği bir 80-90'lar klasiğidir her biri. cebinde bir samsun sigara, bir de gazoz parasıyla, hiç bir hafta yıkanmamış ve yıkanmayacak olan o yıpranmış naylon eşofmanlarla, televizyonda gördükleri bir uzak doğu sporuna gönül vermiş sokak lambası altı, apartman merdiveni dibi çocuklarının tekkesidir.
dumanlı, kirli, karanlık, sisli kenar şehirlerin her bir loş pasajında gizliden bir ork taburu yetiştirilip düşman üzerine salınacakmış gibi. verilmiş sadakamız varmış ta hiç bir daim karate öğretemedi bu salonlar. dövüş öğretemedi. oraya gidenler piç oldu, serseri oldu, hayta oldu ama bir ninja olamadı. yoksa halimiz hepten haraptı.