müdür beyler takribi yüz-yüz elli kişilik öğrenci güruhunun en önüne geçip bayrağın yanında dikildi, yüzlerini onlara döndü. mikrofonu öyle rahat tutuyordu, konuşmasını o kadar rahat yapıyordu ki hiç olmayacak bir adama tek bir nedenden dolayı da olsa hayran kaldım bir müddet. onca çocuğu çok iyi susturuyor, çok nizami çift sıraya sokuyor, çok ta güzel konuşmasını dinlettiriyordu. günün -şu anda gerçekten hatırlamadığım- anlam ve ehemmiyeti hakkında dan-dun yapılan kısa nutuktan sonra hocaların dikildiği gruptan bir kadın da en önde yerini aldı. fönlü, küt saçları, buğulu, kalın gözlüğü, siyah yakalı ceketi ve sağ elini işaret parmağı önde olacak şekilde ahenkle bir sağa sola sallamasıyla müzik öğretmeni olduğunu anladım. derken nerden geldiğini çözemediğim cılız ve cızırtılı bir istiklal marşı doldu kulaklara. sağ el, sağa-sola-yukarı-aşağı gidip geldikçe öğrenciler de hep bir ağızdan ufak okul bahçesini çınlattılar sesleriyle. şanlı sancak, ulu bayrak, kutsal marş, müzik öğretmeni.. bense kendimi yabancı futbolcu kontenjanından ülkemize gelen ve istiklal marşı törenlerinde ağızlarını kıpırdatmayan ama anlıyormuş ve hissediyormuş gibi gözükmeye çalışan o gariban futbolcular gibi hissettim nedense. ne yapacağımı bilemedim. iliklenmemiş, rüzgarda kuyruğu afili afili sallanan ceketimin içinde, sanki kuvay-i milliye ruhundan kopup geliyormuş, ağlamak üzereymiş gibi derin bakan gözlerimi kısıp ufka daldım. marştan sonra kıpırdanmaya başlayan çocuklar hiç mola vermeden andımız (öğrenci andı) engeline takıldı. ön sıradan, henüz ortaokulda olmasına rağmen göbekli bıyıklı ve ortayaş üstü bir amca umursamazlığında ve salmışlığında bulunan gariban bir öğrenciden, pespaye bir takım elbise içinde belki şu ana dek yüzlerce kez tekrar ettiği andımız'ı bir kez daha okumanın verdiği aşinalıkla hızlı hızlı kısa cümleler döküldü. o söyledi, kitle tekrar etti. ben acaba "eyyy büyük atatürk!" kısmında tavrı ne olacak diye merak ederken (çünkü andımız'ın climax'idir bence bu kısım, söyleyenden o anda kendini kaybetmesi, o inanç ve duygu yoğunluğunda coştukça coşası beklenir gibi gelir bana) bu bölüm de bir çırpıda söylenip oldu bittiye getirildi. öğrenciler çift sıra halinde tesbih tanesi gibi içeri akarken okulun açılışı -muhtemelen- her zamanki rutinlikte bitmiş oldu. sabah yedi buçuk, gün pazartesi. takım elbise, kemer, kravat. kösele ayakkabı.. halbuki "let the sun shine in" dinleyen adamdım ben bir iki sene önce. neler oluyor, bir anlasam..
dışardan gelen, kim olduğu belirsiz, yeni bir insan sıfatıyla çekine çekine kapıyı açarken "öğretmenler odası mahremiyeti"ni bozduğumu düşünüp rahatsız oldum. öyle ya, o kapı ardında ben olmasam ne geyikler dönecekti, ne ayıp şeyler konuşulacaktı, ne dedikodular çevrilecekti belki, ben varım diye hiç biri olmadı ama. gergin ve diken üstünde geçen bir kaç dakikadan sonra kendimi trainer hocamla beraber gürültüsü koridora dolan bir sınıfın kapısından içeri girerken buldum. meraklı, kıskanç, alaycı, hayran, karman çorman bir yığın bakışın arasında en arka sıraya kendimi zor attım. topu topu kırk dakikalık ders geçmek bilmiyordu, present perfect tense kafalara oturmuyor, örnek cümleler havada uçuşuyordu. dersten kopup sağımda asılı duran sınıf panosuna ilişti gözüm. özenle yazılmış şiirleri, andımız'ı okuyan çocuktan bile daha ruhsuz okuyordum içimden, bilmeceleri bilemiyordum, komik şakalar bölümüne hiç gülmüyordum.
nihayet zil çaldı, ilk ders bitti. koca okul bir yaygarayla dışarı akın eden öğrencilerin sesiyle doldu taştı. o hengamede meraklı öğrencinin biri yanıma koşup "siz kimsiniz?" diye sordu, "ben de bilmiyorum". dedim. espri yaptığımı sanıp güldü. onlarca bakışın arasında podyum mankeni gibi düşünerek yürürken (ne kadar zordur düşünerek yürümek..) hocamın peşinden öğretmenler odasına girecek gibi yaptım, aniden yönümü değiştirip tuvalete daldım. kapağı kapalı klozete oturup bekledim biraz. iki dakikalık ta olsa huzur.. eriyecek gibi oldum.
türküm, doğruyum, akışkanım..