
ne sağa ne de sola kayacak. çizilmiş bir sınırdan burnunu dahi çıkartmayacak bu aklın yörüngesi. bir daha oraya oturtmak çok güç çünkü beynin içindeki dünyayı. kendimden bahsetmiyorum şu anda. hem delirmeyip, hem de sanırım deliriyorum, ah ben çok deliyimdir demenin verdiği haz aşikar, ya da delisin denmesi. vallahi sen delisin! oh biraz daha söyle. çok mutlu oluyorum. hayatın normal kısmında top koştururken anormalden de bal toplamak beni çıldırtası bir zevke boğuyor. ama bu değil ki? benim bahsettiğim pseudo bir delilik değil ki? hani yolda yürürken görmek, göz temasında bulunmak, dokunmak, konuşmak istemeyeceğiniz karanlık tarafın paçoz savunucularından bahsediyorum. gerçek ve saf delilerden. çünkü gerçekten deli onlar. fahişe, sapkın ve katillerle aynı gölgeleri paylaşan diğer taraftalar. nerde ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını hiç bilmediğimiz görünmez insanlar. geçirdiğim o tukaka sürecin şu anda ne kadar farkındaysam deliliklerinin o kadar farkında değil onlar.
evimizin aşağısındaki dik yokuşu bir tırmanır bir inerdi mesela yavuz. üstünde somon rengi bir pardesü. elinde kalın ama hafif bir asa vardı. durmadan inerdi, durmadan çıkardı. üsküdar'ın penguen teyzeleri adamdan istifade eder, elindeki pazar poşetlerini yokuş çıkarken ona taşıttırırdı. annesini tanırdık. kadıncağız evladını kollamaktan çökmüş, bitap düşmüştü. ilgilenmiyordu artık. yavuz benim tanıdığım ilk deliydi. çocuk aklımla ipe sapa gelmez konular konuşur, zaten bulanık aklını daha da bulandırırdım adamın. zararsızdı, ki tanıdığım hiç bir deliden hiç bir zarar görmedim henüz. yavuz daha kırk yaşına gelmeden ölünce tüm bülbüldere eşrafı camiye akın etmişti. yavuz'un cenazesi ufak çaplı turgut özal'ın cenazesi gibi olmuştu. ağlayan yoktu elbet, ama üzülen vardı. en çok ta penguen yürüyüşlü teyzelerin canı sıkılmıştı. yokuşun yürüyen merdiveni bozulmuştu çünkü. poşetler öksüz kalmıştı. ama ismail’e değil pazar poşeti, bir mısır koçanı taşıttırmak bile imkansızdır misal. çünkü ismail tanıdığım en karakterli ve en zeki delidir. delilik kariyerine hızla devam eden, üsküdar'ın altını üstüne getiren bu adamın öyküleri saymakla bitmez. kendisini ilk görüşüm geçen senenin sonbaharına rastlar. sekiz kırkbeş dersi için yedi buçukta yarı baygın evden çıkmış kaldırımdan iskeleye doğru akarken buram buram ızgarada istavrit kokusu aldım. sabahın yedi buçuğunda ne istavriti demeye kalmadan köşeyi dönmüştüm ki ismail'le ilk kez karşılaştım. adam kaldırıma bağdaş kurmuş, yağ tenekesinin üstünde istavrit pişirip yiyordu. ama göz hakkının bilincinde, gelen geçene de rızkını ikram ediyordu. neydi bu şimdi? şaka olamayacak kadar gerçek.. işte ismail'i ilk bu şekilde görmüştüm ben. daha sonra belirli aralıklarla rastladım hep. çarşının ortasında beyaz peynir, karpuz, ekmek yerken şarkı söylüyordu bir akşam. ya da boş bir televizyon kolisinin içine girmiş, caddenin ortasında trafik polisliği yapıyordu bir öğle vakti. iki haftadır görmüyorum ama kesin bir yerleri karıştırmakla, bir kalabalığı afallatmakla meşguldür kendisi. ama ismail'in deliliği yavuz gibi naif değildi. adam -bana göre- işin biraz şovundaydı hep. ben deli olsam kesinlikle yavuz gibi olurdum. daha içine kapanık, daha sömürülen, daha hakkı yenilen, daha tinsel bir imaja sahip. oysa ismail extrovert'liğin doruklarındaydı desem yeridir. ama daha eğlenceli olduğu kesin. zaten hem renkli hem de bilge bir deli profili olamaz kanaatimce. mahallenin muhtarları'ndaki toplumsal mesaj verip direksiyon sallayan hasır şapkalı deliyi muaf tutuyorum. gözümde deli ziya'nın o upuzun ve pislik dolu ayak tırnaklarından biri olamaz. ama gerçekten bir deli ya çok boştur, ya da overload olmuştur. o tam takır kuru bakır, boş taraftan gelen fevri hareketler ve fazla yüklemeden kalma dünya bilgisi tek vücutta yekpare olamaz. olmamalı. bu değil ki delilik. ideal deli diye bir kavram yok ki?
michel foucault deliliğin tanımını "mistisizmin ve inancın birleşimi" diye açıklar. biraz açarsak: mistik olana ikna olma, gerçek olmayanı gerçek sanma, fantazyaya inanç duyma. işte tam da bu noktada konu mankeni olarak sahneye eminönü belediyesinin kadrolu delisi başkan geliyor. adamın adı yok, kimse bilmiyor. eminönü'nün binlerce esnafına göre onun adı başkan. çünkü başbakan olduğundan çok emin. kendini napolyon sanan deli imajına benzer bir haldedir bu amcabey. haftanın bir kaç günü çiçek pazarı'dan bir başlar dükkan dükkan dolanmaya, mısır çarşısı, tahtakale, sultanhamam, mahmutpaşa, mercan, çemberlitaş, nuruosmaniye, gedikpaşa derken tüm ilçeyi dert dinleyen bir başkan edasıyla dolaşır. tüm ilçe esnafının gizli bir mütabakat imzalamış gibi adamı başbakan'dan farksız bir şekilde pohpohlayıp ağırlaması adamcağızın delilik tüneline sürülen yağ görevi görmüş, başkan ikna olma yolunda hızlandıkça hızlanmıştı. bu saatten sonra sen delisin! diyen biri onun için muhalefet liderinden ötesi değildi. hadi oradan! diyip konuşmalasına devam ediyordu. girdiği her sokakta alkışla karşılanıp tam ortaya bir sandalye koyuluyor; başkan, eline tutuşturulan mikrofon görevi görecek her hangi bir cisimle (marker, tornavida vs.) hop diye konduruluyordu o sandalyeye sonraları. iş iyice çığırından çıkmıştı. başkan arkadan gazı alıp coştukça halk ta tezahüratlarda bulunuyor, başkanı alkışlarla yaşatıyordu. bir sokağa başkan girmişse o sokakta alış veriş yapmak yarım saatliğine imkansızdı. "mistisizmin ve inancın birleşimi" tanımını ilk bu adamda gördüm işte ben. dükkan dükkan dolaşıp seçmenlerinin elini sıkarken göz göze geldiğimizde ben de diğerleri, o aydınlık taraftakiler gibi elini sıktım onun iki üç kez. ve yine onlar gibi pis pis güldüm bunu yaparken. utanıyorum şimdilerde..

şimdi yüzümü aniden kameraya dönüp mesajımı veriyorum müsadenizle. herkes sana deli mi diyor mesela? ya da bazen delirdiğini mi düşünüyorsun?
e, yalan!!
çünkü sen deliysen, benim tanıdığım delilerin sadece canı sıkkındı bir dönem.
-----------------------------
ps: bir müddet kendi defterlerimden karalamaları kullanıcam imaj niyetine. yoruldum her yazıya uygun resim aramaktan.