04:23 - 28 Şubat 2006
ağaca çıkan balık
sakarya'nın hendek ilçesi, karasu'nun şansına nail olamamış, deniz görememiştir belki ama içinden de bir sürü dere, ırmak akıtmaktan geri kalmamıştır. hemen hemen her kasabanın, her köyün içinden geçen dereler, çaylar, kanallar vardır burda. halkı da bu güzellikten nasiplenmesini bilir. biz de öyle yapardık çocukken. istanbul'un seksen metre karelik kutu kutu evlerinden kurtulup soluğu yaz aylarında hendek'te alınca derhal arkadaş takımımı toplar, olta yapmaya girişirdim. üç dört metre boyunda eğri olmayan ve pürüzsüz bir kavak dalı bulur, bir günümü onu kapı önündeki minderlerde ördek sesleriyle beraber yontmakla geçirirdim. sonra da bakkalın yolunu tutardım. misina takımı almak zordu, çetrefilli bir işti. mantarın mavisi, mantarın kırmızısı, mantarın alacalısı bulacalısı derken bir türlü karar veremezdim hangisini alacağıma. çünkü mantar ilkel bir oltanın odak noktasıydı, en önemli yapı taşıydı. saatlerce bir derenin başına oturmuş, balık beklerken tek izlediğim şey genelde mantarın hareketleri olurdu. çoğunda yarım saatten fazla dururdu kıpırdamadan, yeşil suyun üzerinde öylece beklerdi o da benim gibi. sonra bisikletlere atlayıp o kimselerin olmadığı derelere giderken yılanlar görürdük, kaplumbağalar görürdük. canlı ve kafeslenmemiş erişkin bir yılana bir metre mesafede durabilmiştim ben o yıllarda, pek te korkmamıştım. ama solucana o zaman da tepkim vardı. balık tutmaya giderken herkes taş toprak kazardı solucan avlamak için, bense hep ekmek hamuruyla işimi görürdüm. hatta ıslak toprak üzerinde duran yıllanmış kayaları yerinden oynatamazdım altında solucan vardır diye. şehirliliğim anca bu noktada kendini gösterebilirdi belki.

tutunabildiğim, bırakmadığım ve epey zorladığım belki de tek hobim balık tutmak oldu. olta balıkçılığı. o yüzden kopmadım sonralarında. eşek kadar olup hendek'in yolunu unutunca teselliyi beylerbeyi'nde bulmaya başladım. o zamanın kafa dengi bir arkadaşla 6.5 metrelik birbirinin aynısı olan iki olta takımı aldık bir gün, erzağımızı hazır ettik ve sabahın köründe dandik bir scooterla beylerbeyi'nin yolunu tuttuk. kavak dalıyla durgun suda balık tutmaya benzemiyordu tabi. rüzgarlı bir havada, metrekereye neredeyse bir buçuk insanın düştüğü kalabalık içinde elde 6,5 metrelik bir sırık ve onun misinasını zaptetmek gerçekten büyük bir sorumluluktu. kıyıdan olta sallamaya niyetlenip buraya gelen nice amatörün hevesinin on dakika sürdüğü görülürdü. hafif bir rüzgar, sırım gibi caanım misinalara tuzak kurmuş kalleşçe bekleyen bol budaklı bir ağaç, bir başka amatör ve onun kontrolden çıkmış oltası, ya da önüne bakmadan yürüyen dalgın bir sahil gezgini. olta takımının mundar olması için onlarca sebep barındırırdı burası. o yüzden pür dikkattik. epey bir hafta da zararsız ziyansız gidip geldik beylerbeyi'ne. ama sonra aksilikler oldu. arkadaşla da farklı sebeplerden aramız açılmaya başladı. yine bir gün sabırla oltamı kavramış denize bakarken birden ellerim zangırdadı. oltayı dik tutabilmek için epey çaba harcadım ama nafile, kancaya her ne takılmışsa deli gibi bir sağa bir sola kaçıp benimle oyun oynuyordu. ben de daha fazla dayanamayıp var gücümle çektim oltayı. ince ve hayli uzun bir balığın pulları boyumu da aşıp epey bir yüksekte kamaşıverdi, gözümü aldı. fazla yüklenmiş olmalıyım ki misina üç metre arkamdaki ağacın tepesine kondu ne olduğunu anlamadan. balık ağaca çıktı. zarganaydı bu balığın adı. oltacıların kabusu, olta takımının can düşmanı, içi de aşırı forfordan yemyeşil parlayan şeytani bir balık. takımdan ümidi kesmiştim zaten, ama ağaçta sallanıp duran balığı kancadan kurtarıp denize atmak istiyordum. ama ben hamle yapana kadar o kendi etrafında o kadar çok tur attı ve o kadar çırpındı ki etrafı kancalarla ve misinayla çevrili bir mumyaya dönüştü. zaten onu kurtarabilmek için ağaca çıkmam gerekti, çünkü takım sırıktan çoktan kopmuş, bir başına tepemde öyle sallanıyordu. mecburen öylece izledik beylerbeyi sahil ahalisi olarak dar ağacında sallanan kancalı zargana balığının çırpınışlarını. takım da mahvoldu. ben de arkadaşa soğuk bir görüşürüz diyip evimin yolunu tuttum. hepten koptuk zaten sonra birbirimizden. beylerbeyi'nde gün harcamaksa tek başına çekilmezdi hiç. istanbul'daki balık tutma maceram böylece son buldu.

ben zaten istanbul'da bir sahilde yürümeyeli de çok oldu. hep içerlerdeyim. solucana hala bakamam, doğru. ama artık adının telafuzundan dahi tiksiniyorum. yılan en çok korktuğum hayvan. boğaz artık gözüme daha devasa ve tehlikeli görünüyor. canlı bir balığa dokunmayalı çok oldu. misina ve kancalarıysa artık yüzüme gözüme bulaştırır, bir sırığa takamam artık muhtemelen. bilenler bilir; bir romantikleşeyim, retrospektif takılayım, robinson crusoe'culuk oynayayım diyorum aklıma estikçe. ama bir derede, koca bir boğazda ya da canlı bir yılan karşısında acizlik bakımından bir çocuktan farkım olmaz artık herhalde. çağın ultra-medeni ve cici apartman dairesi insanlarına bir yenisini ekledim kendimi heba edip. işlendim, şekle girdim, fırından yeni çıktım adeta. servise hazırım. buyrun üzerime margarin sürüp yiyin beni hazır sıcakken.
 
04:51 - 25 Şubat 2006
bir zamanlar amerika
bir arkadaşla eski yılları yad ederken aklıma hayatımda gördüğüm "en iyi sallayan insan" olan ingilizce hocam geliverdi. elli yaşını rahat rahat devirmiş olan, on sene new york'ta yaşamış ve karadeniz şivesiyle ingilizce konuşabilen bu sarı bıyıklı enteresan zat bize o gençlik yıllarında gülünecek pek güzel malzemeler çıkarmıştı. işte onlardan bir demet. muhteremin amerika'ya gitme macerası. hala hatırlar hatırlar gülerim.

amerika'ya nasıl gittim?

sene 1967. askerliğimi yeni bitirmiş, trabzon'da yaşayan sıradan bir gencim. bu sıradanlık beni huzursuz ediyor. macerayı, değişikliği seviyorum çünkü. yaşamak istediğim hayat bu değil. ben de bir gece düşündüm taşındım, sabahın köründe aileme haber vermeden düştüm yollara. cebimde beş kuruş para olmadan, otostopla izmir'e kadar geldim. aslında niyetim oradan da istanbul'a yol almaktı ama limanda amerika'ya gitmek üzere olan devasa bir yolcu gemisi gördüm. gözümü karartıp kaçak olarak biniverdim gemiye. yola çıktık. günlerce depoda kimselere görünmeden yaşamaya çalıştım aç susuz. yol da git git bitmek bilmiyordu. tam her şeyden umudumu kestiğim bir sabah pencereden dışarı baktım. sağımda hürriyet heykeli. öylece atladım okyanusa. yirmi dakika yüzerek sonunda new york'a ayak bastım. daha üstüm başım sırılsıklam, karaya yeni ulaşmıştım ki önümde iki tane iri yarı zencinin, esmer, uzun saçlı, pısırık bir genci güle oynaya dövdüğünü gördüm. tabi iki kişinin bir kişiye saldırması yakışık almazdı bana göre. o gençle bir olup zencilere taarruza geçtik. biz bunları bir güzel benzetttik. çocuk meksikalıymış. amarika'da ilk tanıştığım ve can ciğer kuzu sarması olduğum insan odur. o da benim gibi kaçak gelmiş daha yeni. biz bunla kafa kafaya verdik, iş aramaya başladık. derken bir ilan gördük gazetede. brooklyn köprüsü'nü boyayacak bir ekip aranıyormuş. kaçırmadık tabi bu fırsatı, çıktık ikimiz iş verecek bu adamların karşısına. epey bir güldüler, alay ettiler bizimle. "koca köprüyü siz mi boyayacaksınız?" dediler. "evet" dedik. "peki ne kadar zamanda yaparsınız?" diye sordular. gayet laubaliler. "üç gün" dedim ben. bunlar daha da cıvıttı. inanmadılar. "iyi" dedim, "gelin sizle bir iddiaya girelim. biz bu köprüyü üç günde boyarsak siz bize şu kadar para verin. yetiştiremezsek te bedavaya boyiycaz biz bu köprüyü." kabul ettiler. biz aldık elimize boyayı fırçayı. yetmiş iki saat aralıksız boyadık, üç günde yetiştirdik. köprü pırıl pırıl oldu. bunlar morardı bozuldu ama paramızı verdiler. sonra aldık biz bu parayı, derme çatma bir eve çıktık başımızı sokacak bir yerimiz olsun diye. sonra da bir hamburgercide işe girdik. işte ben cebimde beş kuruş olmadan trabzon'dan kalkıp new york'a böyle yerleştim. sonra da orda okudum, adam oldum.

şimdi doğruya doğru, bu adamın anlattıklarına kimse inanmaz. aksine dalga geçer. biz de öyle yapardık zaten. bu garibim de altta kalmamak için maceralarına hop diye bir yenisini eklerdi eskisini pekiştirmek için. çorap söküğü gibi gelirdi zaten sonrası, dur durak bilmezdi. en son "kuzey amerika'ya futbolu ben götürdüm. onları futbolla ben tanıştırdım." diyiverdi bu. yetmezmiş gibi ekledi. "abd futbol federasyonu kuruldu sonra benim çabalarımla. başkanlığını önerdiler. yok dedim, ben öyle bürokrasiden, takım elbiseli ortamlardan falan anlamam. geniş adamım ben. rahat adamım." sonra bu adam bize "present perfect tense" öğretmeye çalışırdı işte. "subject+ will+v1" kalıbıyla "am/is/are going to+v1"in farkını anlatırdı. külliyen yalan halbuki senin hayatın. nasıl inanalım. yine de güvendik, inandık. o şekilde önce öss, sonra üniversite derken biz de "ingilizce'ci" olduk çıktık. pişman mıyız? değiliz. ama brooklyn köprüsü'nü gördükçe hala güler eğleniriz.
 
18:17 - 21 Şubat 2006
alo!
merhaba. ben, şu yazıda adı geçen "tolga" yazısının ta kendisiyim. dile geldim, çıldırdım, hazretin bloguna sızdım. siyah spreyle mermer üzerine özensizce yazıldım, kar yağdı güneş açtı silinmedim yerimde kaldım. kedi işedi, kaldırım yıkandı, yağmurlar yağdı. yok efendim, inat ettim gitmiyorum bir yere. burada iyiyim ben. gawain bey'le günün muhtelif saatlerinde bakışıyoruz. halimizden memnunuz. bazen taciz ediyor bu beni. misal "o" harfimin tam ortasına izmarit atmaya çalışıyor. sekip saçma sapan yerlere gidiyor tabi, başaramadı daha. hatta dikkat ederseniz "t" harfinin altına doğru rengini kaybetmiş kimbilir ne zamandan kalma bir izmarit var. kesin bu atmıştır.

gawain bey'le bakışıyoruz dediğime bakmayın siz aslında. o bana bakıyor, bense gözlerimi kaçırıyorum her seferinde. mahçup oluyorum adama karşı. tam camının altındayım çünkü. ne zaman camdan dışarı baksa bu, tam da göz açısının göbeğinde simetrik bir şekilde beni buluveriyor. neden burdayım onu da bilmiyorum ya. sorun bu işte. kim yazdı beni, adı tolga olan biri mi? tolda kim? niye bu adamın camının altına nakşediverdi beni? niçün varım, varoluşumun amacı nedir? ah ne duygularla vücut buldum bu kahpenin ellerinde? nasıl da işleniverdim şeytan gibi oraya? bir bilsem.. ama sanıyor musunuz ki iç güveysinden halliceyim bu mermerin üstünde? kaldırımlar boşalınca, dükkanlar kapanınca içim kan ağlıyor efendim her gece. polimorf oluyorum sıkıldıkça, kapasitem el verdiğince değiştirip duruyorum harflerimi. milli maç olduğu geceler "gol" oluveriyorum sempatik görünmek için. balık mevsimi geldi mi hop diye "olta" oluveriyorum. gitsin insanlar, balık tutsun kendilerini iyi hissetsinler diye.. kimse görmüyor tabi duyarlı bir billboarda dönüştüğüm o geceleri. onlar için tolga denen bir serserinin muhtemelen sarhoş olduğu bir gece mermere kazıdığı adıyım. bir kendini bilmezin masturbasyonuyum alt tarafı. sen de hala üzerime izmarit at. bir kere olsun anlamadın beni. "got!"
 
03:50 - 08 Şubat 2006
kar yağdı
sırf annem hediye ettiği için kullandığım, kulaklarımı bir türlü örtmeyen beremi aşağı çekiştire çekiştire yürüyordum. kaldırımın henüz vıcık vıcık olmamış, daha beyaz duran yerlerinden seke seke ilerlerken hava da kararıvermişti. koşuşturmaca, kornalar, konuşmalar, kızarık burunlar, ağızlardan çıkan duman, soğuk. yarım saat sonra eve vardığımda en az üç gün dışarı çıkmak için hiç bir sebebim olmayacağından huzurluydum ama. bu alışveriş merkezine de bu yüzden gelmiştim. elimde puzzle aldığım oyuncakçının torbası, bata çıka adımlar atıyordum. binanın önünde, palmiyelerin "bizim burda ne işimiz var?" dercesine dikildiği bahçemsi alanda zeminin tek rengi beyazdı. hem de pasta kreması gibi kalın ve pürüzsüz bir beyaz. doğa nine yine yapacağını yapmış, olabilecek en estetik biçimde örtmüştü yüzeyi. hiç bir keskin hat, hiç bir göze batan kirlilik yoktu bu bahçede. derken arkamdan ayak sesleri duydum. ele ele tutuşmuş iki sevgili kahkahalar atarak o hiç dokunulmamış karın bulunduğu bahçeye dalıverdi botlarıyla. bahçeyi ayak izleriyle doldurup tekrar kaldırıma geri koştular. memnuniyetlerini bir öpücükle perçinleyip önümden yürümeye devam ettiler. artık kar kusursuz değildi orada. kahverengi ayak izleriyle dolmuştu. insanlar olarak imzamızı atmıştık her zamanki gibi. huzurum zedelenmişti. kirlenmiş bahçede palmiyeler hala geldikleri sıcak yerlere gitmek istiyordu. belki önünden üsküdar-ümraniye minibüslerinin geçmediği, bir alış veriş merkezine ait olmayan ve başkalarının sırf dokunulmazlığını bozup rahatlamak için dalmadığı daha ilkel bir yere. ilk defa bir palmiyeyle aynı duyguları paylaştığımı hissettim o an. tadım daha da kaçtı sonra. üzerindeki kar tabakası kısmen talan edilmiş, yine de bir metrekarelik bir bölümü hiç bozulmamış bir arabanın üzerinde avucumu gezdirdim. tek elimle cılız bir kartopu yapıp orta şut karışımı bir vuruşla caddeye gönderdim ben de. bu da benim isyanım olsun. ne bileyim. (puzzle'ımı da aldım, evime de geldim mutluyum işte. benim isyanımdan ne olur.)