işte o! gözlüklerinin ardından bana bakıyor. kitabın yere düştüğünü duyuyorum hayal meyal. boşta kalan sol elim kurma koluna doğru gidiyor. "kahretsin!" diye bağırıyorum içimden. "allah kahretsin! neden benim nöbetimde!?"uyanalı dört saat olmuş. komutanların evlerine gitmesi ve askerlerin yatmak için koğuşa çıkmalarıyla meydan yine biz gececilere kalmış. muhtemelen harala gürele geçen bir günün ardından karakolda telsiz çağrıları ve su makinasının motoru haricinde çıt çıkmıyor. komutan erkenden parkasını giyip sandalyesine çöreklenerek uyuma pozisyonu almış bile. santral askeri işine konsantre olmuş, yine alaya vukuat raporu çekiyor. mesai arkadaşım bu her zamanki rutinliğe çoktan alışmış, bir kaç gündür gülmeyen suratını monitöre kilitlemiş, binlerce konut bildirim formu arasında boğuşuyor. bense makinadan doldurduğum sıcak suya poşet çay sallandırıp merdivende sigara içiyorum. belki yüz ellinci, belki ikiyüzüncü defa.. ne kadar enteresan!
çayımı henüz bitirmemişken nizamiye nöbetçisinin koşarak gelen bir adama kapıyı açtığını görüyorum..
en fazla üç dakika sonra jandarma aracının içinde yardırarak lisenin kapısından içeri giriyoruz. muhtemelen sdece aksiyon filmlerinde görmeye aşina olduğunuz bir tempoyla ısuzu daha stop etmeden içinden fırlayıp komutanın beş saniyelik kısa bir emirler zinciriyle dört bir yana dağılıyoruz. mp5'im dolu. şarjörümü takmış, dipçiği açmışım. okulun korusuna elimde fenerle dalıyorum.. tüm bunlar da otuz saniye sürse, eder üç dakika otuz saniye..
elimde çay kupam, karakola koşarak gelen o adamı görmemle kendimi bu koruda bulmam arasındaki üç buçuk dakikada pek te önemli bir şey olmadı aslında. komutana götürdüğüm adam nefes nefese "onu gördüm!" dedi. "okulun bahçesindeydi!" ve biz de saniyesinde silahlığa koşmaya başladık.
karakola araçla iki dakikalık mesafedeki lisenin bahçesinde dikilirken görülmüştü ihbarcının dediğine göre. zaten pek iyi sinyaller vermeyen ruh sağlığıma, yetmezmiş gibi bir de bu gizemli adam kancayı takmıştı son günlerde. kimselere söylemesem de son iki haftadır günde taş çatlasa üç buçuk-dört saat uyuyabiliyorum ben. gündüzcülere dokuz saatken gececilere layık görülen altı saatlik uyku istihkakının neredeyse yarısı yatağımda debelenerek, yarı uyanık halde boğuştuğum uyku sekanslarıyla geçiyor. dahası bu rüyalar, hayaller ya da önüme düşen imajlar her ne ise bariz şekilde korkunç! şu yaşamıma kadar korkuyu zirvede hissettiğim tüm anların toplamından eminim ki çok daha fazla korkmuşumdur son iki haftada. belleğimde ya da biliçaltımda olmadığına iddiaya gireceğim yeni yeni şeyler görüyorum üstelik. bir de yazının merkezini oluşturan bu bilinmez adam işin içine girince, zaten uzaktan bir ot demetini andıran anlatıcınızın uykuları hepten harap oldu. kimse ne yaptığını ve kimliğini bilmiyor onun. yuvarlak iri güneş gözlükleri, pardösüsü, mersin gibi bir yerde giyilmesi tuhaf karşılanan atkı ve beresiyle suratını tamamen gizleyip geceleri kasabada fink atıyor. aydınlatması bir kaç köşe başı haricinde hiç olmayan sokaklarda, bahçelerde, binalarda gecenin en kör vakitlerinde o saçma güneş gözlükleriyle önünü nasıl görüyor bilinmez ama, bu görünmez sapık, bu deccal imitasyonu, bu jack the ripper özentisi karakol mıntıkasını bir kaç gündür hayli tedirgin etmiş durumda. onu şu ana dek gören dört kişiden sadece biri yanına varıp "sen ne biçim şeysin!" sorgusu çekmeyi denemiş, ama o da karnına değen sivri metal bir cisimle (ki buçak olsa gerek) hemen bu hevesinden vaz geçip topuklarından toz çıkartarak evinin yolunu tutmuştu. işte gecenin bir vakti boş lise binasında ve korusunda bu adamı aradık durduk. ve yine bulamadık. açıkçası elimiz boş karakola dönerken diğerlerinin aksine mutlu ve sakindim. en azından onu bu sefer de görmemiş olmak huzur vericiydi. umarım uykularını kaçıran, boş bir alanda gece güneş gözlükleri ve atkı bereyle dikilen o adam görüntüsünü hiç bir zaman görmezdim de..
aradan iki gün geçmiş. akşam altı gibi uyanıp yemek için yarı açık göz kapaklarıyla kamelyaya indiğimde tüm askerlerin birinin etrafını sarmış, dinlemede olduğunu görüyorum. etrafı meraklı gözlerle çevrili asker, hikayesini belki o gün beşinci defa anlatıyor olsa da aynı heyecanla dinletmesini başarıyor. "sese doğru kafamı çevirdim, bir de ne göreyim!" derken birbirine yakın, ufak kara gözlerini fal taşı gibi açıp ellerini hararetle kaldırıyor. "bir baktım o gözlüklü adam, kulübenin önündeki sokakta, on metre önümde. o bana bakıyor ben ona!" "tabi sen de vın! doğru karakolun içine.." diyor askerlerden biri alay ederek. " ya napaydım lan! yiyosa sen tut arka nizamiyede üç-altı nöbetini!"
burada iki nöbet yeri vardır: ön ve arka nizamiye. ön taraf caddemsi, işlek (en azından gece saatte bir, bir iki pikabın geçtiği) bir yolun dibindedir. karakola girişler yüzde doksan beş bu kapıdan olur. önündeki market ve cami sayesinde insan kasabada olduğunu anlar, geceleri cılız da olsa aydınlatmaya sahiptir. kısacası burası nöbetçiye, gecenin üçünde bile olsa tedirginlik yaşatmaz, güle oynaya vakit geçirilir. oysa arka nizamiye nöbeti geceleri psikolojik bir savaştan farksızdır. buranın aydınlatması çoğu zaman çalışmaz, telefonu yoktur. yan tarafındaki nezarethane binası ve karakolun önündeki ilköğretim okulunun duvarı haricinde (bir metrekarelik kireç boyalı soğuk kulübeyi saymazsak) her hangi bir insan yapısı bulunmaz. yemyeşil bir bahçe, dallarından portakal, greyfurt koparıp yiyebileceğiniz narenciye ağaçları, ve arada bir nöbette size eşlik etmek isteyecek olan köpek, kedi, tavuk, ördek, tavşan ve hatta eşek gibi bilimum hayvanat haricinde pek bir artısı olduğu söylenemez ki bu saydıklarım güzelliklerden de anca gündüz faydalanılabilir. çünkü gece oldu mu hayvanlar bile buraya yaklaşmaya çekinir. gündüz içinizi ısıtan portakal ağaçları zifiri karanlıkta üstlerine ay ışığı vurdukça inadına gotik birer ambiyans öğesine bürünüverir. o cennet bahçesi tim burton animasyonları gibi birden canavarlaşır. her yer alay eder gibi alabildiğine sessizdir burda; en ufak bir yaprak kıpırtısıylka irkilir insan. bu terkedilmiş hissi veren, adeta elle çizilmişe benzeyen bir klişelikte ürkünç duran yerde üç saat bir başına beklemek cesaret ve hatta ve bir miktar "deliyle ilişkiye girmişlik" ister..
heyecanla hikayesini anlatan askerin "yiyorsa sen tut orda üç-altı nöbetini!" serzenişine hak vermemek mümkün değildi bu yüzden. dün gece olanları dinleyen herkeste bir irkilmiştir gidiyordu. çocuğun anlattığına göre dün gece arka nizamiyenin dibinde görülmüştü o yuvarlak, iri güneş gözlüklü adam. dahası, görülmekle kalmamış, ilkokul duvarının ardından bizimkini enine boyuna, büyük bir cüretle süzmüştü. sapıkla gözgöze gelmiş bir şekilde kilitlenen zavallı asker sonunda kendini toparlamış, koşmaya başlayarak soluğu "nöbet yerini terketme cezasını" göze alarak binanın içinde almıştı. takribi bir saat nöbet yeri boş kaldığı için adamın sonraları ne yaptığı muallak. ama mutlak olan bir şey vardı ki bir sonraki gece üç-altı nöbetinin kime yazılacağı askerler tarafından artık kurbanlık koyun psikolojisiyle bekleniyordu..
nöbet kağıdının o korkulan satırında adını gören aşçı, önce şaşırdı. ardından hiç bozuntuya vermeyerek işi erkekliğe sürdü. hatta adamı görürse silahı doğrultup onu kıskıvrak yakalayacağı gibi mertçe ahkamlar kesti durdu. ama havasının çok geçmeden nöbet saatinde söndüğünü hepimiz gördük. o gece nöbetçi olan başçavuşla elde fenerler, teen slasher filmlerine has alabildiğine bir yağmurun altında bakındık durduk sokaklara. yine bir şey bulamadık. karakol komutanının kulağına dek giden bu olay karşısında hiç bir rütbelinin gözle görülür bir şey yapmaması sinirlerimizi daha da yıpratıyordu. o gece de, ondan sonraki gece de o nöbet yazılmaya devam edilecekti. o adam muhtemelen yine görünecekti. ama insanın içini asıl ürperten şey adamın bir gece artık dikilmekten ve kulübeyi izlemekten sıkılıp harekete geçme vaktinin geldiğini düşünmesiydi..
bir sonraki gece nihayet korktuğum başıma geldi. piyango bu sefer bana çıkmıştı. arka nizamiye üç altı nöbeti ve karşısıunda büyük harflerle künyem, adım soyadım. hiç bir asker nöbeti değiştirmeye, hatta üzerine para alıp kendi nöbetini vermeye razı olmuyordu. o nöbet askerliğin emrettiği bağlılık ve sadakatle "seve seve" tutulacaktı. ben de mecburen öyle yaptım..
nöbete başlayalı bir saat on dakika olmuş. yağmur akşam sularında kesilmiş. etraf her zamanki gibi sessiz. gelirken parkamın içine kendimi oyalayacak bir şeyler sıkıştırmışım. sonlarına yaklaştığım bir agatha christie kitabı, yılan oynamak için cep telefonu, çok ama çok sıkılırsam telefonla konuşurken ortaya çıkan o anlamsız karalamalar için kağıt kalem. okudukça kitabın sayfalarını yavaş yavaş çeviriyorum. hercules poirot bir çiçek tarhındaki izlerden katili bulmaya çalışıyor. kitap su gibi akıyor. dış dünyadaki asıl gerginliği tamamen unutup kendimi agatha teyzenin yarattığına vermişim. derken arkamdan ayak seslerine benzer bir şeyler duyuyorum. bir iki saniye başımı kitaptan kaldırıp düşünüyorum ve o beklenen gerçek balyoz gibi beynime iniyor. güm! üzerimden koyu bir çamur gibi yere akan duygu o an korkuyla karışık kızgınlık. neden ben! elimle şarjörü kontrol edip yavaşça arkama dönüyorum. kapalı gözlerim açılıyor. iri, yuvarlak güneş gözlükleri ve atkı beresiyle sivrisineğe benzeyen o "şey!" tam karşımda. işte o! gözlüklerinin ardından bana bakıyor. kitabın yere düştüğünü duyuyorum hayal meyal. boşta kalan sol elim kurma koluna doğru gidiyor. "kahretsin!" diye bağırıyorum içimden. "allah kahretsin! neden benim nöbetimde!?"
o bana bakıyor, ben de ona. saatlerce! ya da sadece on saniye.. hatırlamıyorum. ama bir yolunu bulup kendimi şoktan çıkararak koşmaya başlıyorum. niyeyse çok uzun gelen bir süre sonunda karakoldayım. öykünün bundan bir kaç cümle önceki o en heyecanlı yerinde bir aksiyon beklediyseniz yanıldığınızı anlamış olmanız lazım. çünkü tüm bunları size yazan ne bir holywood karakteri, ne canı sıkıldığında arka sokaklara dalıp katil kovalayan bir halk kahramanı, ne de bir yalancı. ben o an en doğrusunu yaptım ve yenilgiyi kabul ederek var gücümle kaçtım. pişman mıyım? tabi ki hayır. aksine hala bir çözüm kazanmayan bu gözlüklü sapık dosyasından kendimi sağ salim çıkarabildiğim için mutluyum desem bile yeridir. ertesi sabah nizamiye kulübesinde bulamadığım kitap haricinde her şey gibi bu da "umurumda bile değil." hem zaten ne diyorlardı hep?
askeriyede mantık yoktur..
bir an önce dönmen dileğiyle...