"ölmek için yaşıyorum."diyordu her zamanki asık suratıyla dr. albert. yıllanmış nar şarabından öfkeli bir yudum daha aldı. "et in arcadia ego. ama şimdi hiç bir şey anlam ifade etmiyor benim için." alkolün etkisiyle belli ki bir şey geveliyordu yine. baloya katılanlar arasında zengin, sonradan görme ama soysuz tüccarlar, çevrelerine rüşvet almakla nam salmış yüzsüz friar'lar, fasiküllerinin arasında boğulmaları gerekirken "nasıl olduysa" kendilerini son aristokratlar sınıfına dahil etmiş tüysüz üniversite öğrencileri, boyunlarında yüz elli onsluk mücevher taşıyan, esasen bir mürebbiyeyle aynı bayağılığa sahip koca karılar, ve nice sözüm ona üst sınıf it kopuk vardı. bir kez daha tekrarladı lafını dr. albert: "ölmek için yaşıyorum." salon ahalisi köşeli şapkalarının altından ona nefretle baktı. ne de olsa viktorya ingilteresinde herkesin kulağını tıkayacağı, duymak istemediği uğursuz bir laftı bu. gerçeklik ve metafizik arasında gidip gelen talihsiz bir adamdı ama şu albert meerschaum. londranın dış mahallelerinde asylumların soğuk tuğlaları her geçen gün gökyüzüne daha da yaklaştıkça içinden çıkamayacağı mutlak bir görev zaruriyeti her geçen gün daha da canını sıkıyordu. öyle ya! bu çağda oxford mezunu bir londralıysanız yapmak isteyeceğiniz son iş herhalde ruhu karanlıklara karışan sinik akıl hastalarıyla uğraşmak olurdu. londra caddelerinde duman her kış daha da yoğunlaşıyordu. şehir, sanayileşmenin ve modernizmin doruğunda, tüm avrupa başkentlerini sollayacak bir güce ve ünvana kavuşmuştu. kalbini şeytana satmış günahkar aylaklar, etleri çürüyesice havalı fahişeler, aklını usçulukla yiyip bitirmiş bilim adamları, avrupa ve asya'dan haftalarca yol katedip gelmiş ilk backpackler, ukala üniversite talebeleri, şifayı aramanın derdine düşmüş bir ayağı çukurda yatalak hastalar, dahası eşkıyalar, dilenciler, yatırımcılar, köylüler, hukukçular, modern çağ sanatçıları.. londra'da deyim yerindeyse adım atacak yer yoktu o yıllarda. şehir bir curcunanın ve hengamenin ortasında, ama yine de vakur ve dimdik ayakta duruyordu tüm haşmetiyle. ama dr. albert için tüm bunlar koca bir yalan dolandan ibaretti. viktoryan gerçekçilik ve suyun dibine çökmüş bu çamur deryası arasında ne yaparsa yapsın tatmin olmuyordu. hindistan'da yaşayan bir ingiliz o yıllarda ne hissediyorsa o da muhtemelen aynısını hissediyordu. arada kalmışlık. aidiyetsizlik ve çekip gitme isteği. üstelik kan kırmızı nar şarabından içtiği son kadeh iyiden iyiye midesini bozmuştu. balodan ayrılıp etrafına dahi bakmadan evinin yolunu tuttu. onu bu zor günlerde tek yatıştıran bin bir emek sarfederek toplayabildiği parşömen kağıda işlenmiş el yazıları koleksiyonuydu. earls court'taki evine yaklaşmıştı ki arkasından dostane bir ses duydu: "parşömenlerine bakmaya mı? albert biliyor musun, sen kaçığın tekisin!" bu akıl hastanesinden meslekdaşı hobbyhorse'du. gerçek adı simon'du bu yaşlı adamın. ama bilimin gerçekçiliğine öyle bağnazca bir düşkünlüğü vardı ki hastanedeki deliler ona bu adı takmıştı. aslında uzun boyunlu, sarkık dudaklı ve sürekli iri burun deliklerinden soluyan bu adamın profilden bakıldığında bir katırı andırdığı da gerçekti. bu iki sebepten dolayı adı böyle kalmıştı. "simon, gerçekten seninle ağız dalaşı yapacak halde değilim, neden kendini de hastaların gibi bir yatağa bağlamayı düşünmüyorsun?"dedi albert ciddi bir tonda. hobbyhorse gerçekten dostundan böyle bir tepki beklemiyordu. "sen gerçekten kaçıksın!"diyerek suartını ekşitti ve tozlu caddeden yürümeye devam etti. arkadaşının kalbini kırmak albert'in umrunda bile değildi oysa o gün, sadece parşömenleri düşünüyordu. ve nihayet evine girebildi. sessizlik. ve her şeyden önemlisi yalnızlık. pardösüsünün bağcığını ve düğmelerini çözerken yine aklından o uğursuz cümleyi geçirdi. "ölmek için yaşıyorum." ama suratında bilmiş bir tebessüm oluştu sonra. devam etti. "ama parşömenlerimi de yanımda götürmek şartıyla!" bu kimsenin anlamadığı espriyi ne zaman yapsa gülerdi. çünkü gerçekten kaçığın tekiydi o! parşömenlerin ahşap zemine yayıldığı nemli odasına girdi. çırılçıplak soyundu ve kağıtları orasına burasına sürmeye başladı.---------------------
bu.. bu.. ne bu? gerçekten bilmiyorum, neden yazdığımı da bilmiyorum. çok sıkıldım galiba ondan.
alttire
ama.aman
doli incapax
donna quijote
folyo
kusmuk
ligeia
morpheia
northern
remedios
sexenler
sikinti
tekmetokat
the abyss
ttku
z42
dün üzerimde tipik bir pazar sabahı mayhoşluğu vardı. soğuk, kasvetli havalarda evde çay tüketmekten başka hiç bir şeyi yapasım gelmiyor. nihayet bahar geldi ama, yataktan kalkınca hiç üşümeden pencereyi açabilmenin nefis olduğunu bir kez daha hatırladım. hatırlanmakla kalmadı bu güzellik, suratımda saf bir mutluluğun izini de oluşturuverdi. bu mutluluğu dizginleyemedim kahvaltıdan sonra, kendimi pijamam ve cüzdanımla dışarı attım. aslında altımdakine tam bir pijama denemezdi, üç yüz altmış beş günün en az bir iki yüz günü içinde olduğum, grili siyahlı ekose, pantalondan bozma penye bir pijama. bir ara çok modaydı bunlar, annem almıştı sağolsun bundan beş altı sene önce. üzerimde yıllanmış, rengi solmuş bahtiyar füme rengi tişört, altımda bu garip ama çok rahat "şey", yani yatak kostümümü değiştirmeden dışarı attım kendimi. ne yapacağımı iskeleye gelene kadar bilmiyordum, ama motorları görünce binesim geldi. bu güzel güne bir boğaz sigarası yakışırdı. "beşiktaş'a geçer, kitap alırım." diye düşündüm hem. motorun yan tarafına, efil efil rüzgara inat oturdum. güneş, dalga, insanlar, pijama. basit te olsa mutluluk. kendimi nedense özgür hissediyordum, evden hiç kıyafet değiştirmeden ve aynaya bakmadan çıkmak bana "lebowski-vari" bir haz veriyordu. elimde bir white russian bardağı eksikti, ama o da olmayıversindi. zaten kahlua bulamıyordum ben. white russian yapamıyordum. kendimi gerçek anlamıyla "dude" gibi hissettiğim bir dönem arkadaşların evinde tutturmuştum "pijama giyip white russian içmeliyiz." diye. ömürlerinde hiç white russian içmemiş arkadaşların "yap ta içelim?" önerisiyle gaza gelip kendimi dışarı atmıştım. ama kahlua öyle tekel'den alınabilen bir likör değil ki, ben de bir büyük binboa, iki şişe pastorize süt ve kahve tozuyla geri döndüm. başladım kokteyli hazırlamaya, ama ne yaparsam yapayım içilecek tada erişemiyordu. iğrenç olmuştu. suratlarımızı ekşite ekşite içtik biz de. o günden sonra da bana içecek hazırlattırmadı arkadaşalar. ama arkadaşlar iyidir yine de. üsküdar-beşiktaş motorunda yaşadığım mutluluğa dönecek olursak demek isterdim bu noktada ama "beş dakikada beşiktaş" lafını haklı çıkarırcasına daha sigaramı söndüremeden bitti yolculuk. kendimi karaya ayak basan ahalinin içinde buluverdim. beşiktaş'ın kalabalığının arasında trafik ışığı beklerken altımdaki pijamayla özgürlükten ziyade bir acizlik duydum desem doğru olur herhalde. ama hiç bir şey o günki mutluluğuma gölge düşüremezdi. ellerim cebimde, umarsızca kitapçıya girdim. sanki bir sokak ötede oturuyormuşum da ekmek almaya çıkınca şöyle de bir kitap bakayım demişim gibi hissettim kendimi. sanki oralıymışım gibi. bu his beni oldukça rahatlattı. kitaplara daha da bir rahat baktım. biraz geç olduysa da yan cebime koyduğum cüzdanıma bakmak istedim. satın alabilme ve alamama bilinciyle kitap karıştırmak arasında dağlar kadar fark var çünkü. istese de kitap alamayacak olmanın verdiği his daha çok aylaklık gibi, beslemelik gibi. ki ben bu hissi çok iyi bilirim. para harcamadan dışarıda bir saat oyalanmam gerektiğinde gittiğim yer hep kitapçılar olur. süpermarketleri istisna tutarsak, üzerinize bir satış elemanının atlamadığı ya da çevrenizde rahatsız edici bakışlar hissetmediğiniz tek mağaza çeşidi kitapçılar. ama yine de insan kendisini tuhaf hissediyor. onlarca kitapta ellerinizin izi, hatta yapraklarında kazara yaptığınız kırışıklar kaldıktan sonra çekip gitmek vicdanen rahat değil hiç. onları kullanmış, onlardan faydalanmış ve sonra da ceketinizi giyip kapıdan düşüncesizce çıkıp gitmiş gibi oluyorsunuz. cüzdanımı yavaş yavaş cebimden çıkarıp açarken kafamdan bu düşünceler geçti benim de. ama sonuç hüsrandı. bir kitap alacak kadar para almamıştım yanıma. o yüzden fazla dokunamadım kitaplara, fazla kırıştıramadım. bir kaç dakika sonra da çıktım oradan. dönüş yolunda muhtemelen aynı motorun aynı yerine oturup aynı marka sigarayı yakmıştım. ama aynı rahatlığı hissetmiyordum. altımdaki pijama güven vermemeye başladı. cüzdan yan cebimde çok sırıtıyordu, kolayca çalınabilirdi sanki. altımda pantalonumun olmasını istedim o anda. telefonumla, anahtarlığımla ve paramla tam teşkilat gezmek istedim. uzaktan bakıldığında hiç dikkat çekmeyecek, alabildiğine gri ve soluk kostümüm de çok sıkıcı geldi. benim ikilemim bu zaten. her zaman yaşadığım bir sorun. olmak istediğim ve olduğumun ikilemi değil, bazen olmak bazen olmamak istediğimin ikilemi. halen kendimi en rahat nasıl hissedeceğimi bilmiyorum. bunun kararını veremiyorum, veremediğim için de tereddütle atıyorum adımlarımı. sanki ne yapsam içime sinmiyor. ne yapsam tatmin olmuyorum. yeşille grinin, white russian'la biranın, pijamayla pantalonun, bıyıkla topsakalın, yazla kışın arasında kalakalıyorum. en güzeli biliçsizce sürüklenmek belki de. ne de olsa su yolunu bulur, her ırmak denize akar en nihayetinde.
odama misafir etmekten çekinmediğim, başımın üstünde yeri olan, evimin anahtarını teslim edeceğim insanlar var benim. arada yazıyorum buraya da. işte bunlardan biri son günlerde gene aklıma düşüverdi. ben de kendisine saygıda kusur etmeyip ruhumun tüm kapılarını açtım yine kendisine, epey bir zamandır halini hatrını sormadığım için bin bir çabayla gönlünü aldım. kendi bestelediği yarı ruhani, açık renkli ezgilerini kanatlarını açarak mırıldayan bir kelt ozanesi bu. aslında bıraksak şimdi odayı apartmanı. serde bu hanım teyzemin evladı olup kırlarda bostanlarda bermuda şortla saklambaç oynamak, düşüp dizleri yaralamak var hep. gelsin bassın kokulu tendürdiyotu, başımı okşasın, zil çalıp "yemek hazır" desin. kırlardan koşup gelelim, bahçede sebze yiyelim. ardindan verandalı konakta arplar çalınsın, türküler söylensin. muhabbet hiç bitmesin, gönüller hep sıcak kalsın benim istediğim.
silme sigara dolu bir tabaka ne kadar zamanda boşalır? tabaka kullanmanın amacı kocaman sigara paketlerini taşımanın külfetinden kurtulmak değil midir? bir tabakaya ne kadar zamanda bir yükleme yapılmalıdır? erkekler günde kaç saat tabaka düşünüyor? n'oluyor şimdi? lennon'ün yüzü suyu hürmetine, beatle'lar ümmetinin hatrına binaen, yellow submarine'in kaportası aşkına, nedir bu bendeki sigara sevdası soruyorum kendime hep. bırakmak bir yana, her gün daha fazla bağlanıyorum, daha fazla alışıyorum sanki. saatim oldu bu benim, yaşantımın akışını domine etmeye başladı. geçirdiğim saatleri içtiğim sigara sayısına göre hesaplayabiliyorum. yatağa yatma anımı son sigaralar belirliyor hep. dışarıda yürürken yaktığım sigaralardan yolun uzunluğu hakkında tahmin yürütebiliyorum hatta. veya birini ya da bir şeyi beklemem gerektiğinde harcamam gereken süreyi içebileceğim sigara sayısına vurup sonrasında saate bakma ihtiyacı bile hissetmiyorum. n'oluyor yani? bu kadar abartmanın alemi nedir..
"bunca yıllık hukukumuz var, olacak iş mi şimdi senin yaptığın?" diyordu sabri bey amca apartman kapısının önünde. telefonda konuştuğu kişiye hayli kızmış gibiydi. saat sabahın yedi buçuğu. bir insan bu saatte hukuk kelimesini neden kullanır, tartışacak çemkirecek birini nasıl bulurdu bilmiyordum ama bildiğim bir şey varsa o da sabri bey amca'yı sorgulamanın çok saçma olduğuydu. duygusuz bir gülümseme ve şişkinlikten kapanıp açıldıkları neredeyse belli olmayan gözlerimi kırparak kendisini selamladım. bu aralar istanbul'un havası hepten saçmalamış durumda. montla hırka arasında her sabah zor seçim yapmak zorunda kalıyordum. hangisini giyersen giyeyim kesinlikle öğleden sonra pişman oluyordum ama. o yüzden evladiyelik ev hırkamı dışarı çıkarken de değiştirmemeye karar verdim. en azından onu giydiğim zaman huzurlu oluyordum. yolun beşinci dakikasında beni bir üşümedir aldı yine. ama vapurda içeri oturup yağlı camlardan denizi boş bir elle seyretmek kadar sıkıcı olamaz hiç bir şey. yine dışarı oturdum arada bir titresem de. istanbullular vapur sigarasının değerini iyi bilir zaten, tasvire övgüye gerek yok.